TARTI VE ÖLÇÜDE DOĞRULUK
Ahde vefa gösterilmesi emrolunduktan sonra tartı ve ölçüde de doğruluktan ayrılınmaması emrediliyor:
35 — Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun. Doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.
********************************************
Ey kavmim ! ölçüyü ve tartıyı hakkaniyetle yerine getirin. İnsanlara eşyasını eksik vermeyin.
Yani sadece eşyayı değil Fikirleri de kaide ve kurallarına göre verin ki şeytanın tuzaklarına düşmeyin.
Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslubundan tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.
Muhammed.30 da ki sözü uygulayın
Yoksa bu ölçüler,şablon,kaideler olmasa ben onların konuşma üslubundan nasıl tanıyacağım.
*********************************************
Antlaşmaya karşı dürüst davranmakla tartı ve ölçüde dürüst hareket etmek arasında hem mâna hem lâfız yönünden münasebet bulunduğu açıkça meydandadır.
ölçü ve tartıda hile yapılmadığı takdirde muamelenin dürüstlüğü ve kalbin temizliği muhafaza edilmiş olur. Bu iki unsurun korunması sayesinde cemiyet içindeki muameleler dürüst yürür, kalbler-de emniyet ve güven husûle gelir ve hayatı bereket kaplar:
“Böyle yapmak netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.”
Dünya için daha hayırlı olduğu gibi, âhirt için de taşıdığı mâna itibariyle daha iyidir.
Resuli Ekrem (S.A.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: i» “Bir kimse haram işlemeye tevessül edip sonra Allah korkusu ile vazgeçse, Allah onun bedelini âhirete bırakmadan, dünyada iken verir. Bundan daha hayırlı bir şey olmaz.”
ölçü ve tartıda tenezzül edilen hile; pisliktir, küçüklüktür, sahtekârlık ve hiyanettir. Hilekârlık güveni sarsar, alış verişte durgunluk yaratır, cemiyetteki hayır ve bereketi azaltır. Ve bu kötü şeyler fertlerde de tesirini gösterir. Hile yapmakta kazanç olduğunu zannedenler bilmelidir ki, bir an için kazanç gibi görünen hile, önce cemiyet içinde geçmez akçe hükmüne düşer, sonra da bu değersizlik fertlerde tesirini gösterir.
Ticaret âleminde ileriyi görebilenler bu gerçeği müdrik olarak tatbik ederler. Onları bu tatbikata sevkeden âmiller ahlâkî veya dînî âmiller de değildir. Bu gerçeği sadece ticaret sahasında edindikleri tecrübelere dayanarak, daha çok kazanmak için tatbikata koyarlar.
Böyle sadece kazanç için dürüstlüğü kendine prensip edilenler le itikat ve inanç yönünden prensip edinenler arasındaki fark pek büyüktür. Dürüstlüğünü itikat temelleri üzerine oturtanlar aynı kazancı sağlamakla kalmayıp kalb temizliğine de sahip olurlar. Bu suretle faaliyet sahaları daha yüce ufuklara doğru genişler ve hayatın gerçek tadını tadarlar.
Böylece İslâm, parlak ve geniş ufuklara doğru yol alırken, ameli hayatın hedeflerini de tahakkuk ettirmektedir.
ZAN İLE HÜKÜM VERİLMEZ
İslâm akidesi sarahat, açıklık ve berraklık akidesidir. Bu akidede zan, vehim ve şüphe üzerine hüküm verilmez:
**********************************************************
İSLÂM AKİDESİ
(İLİMLER PAKETİ)
Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur : "Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5]
Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır.
Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur.
Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]
[5] Necm : 28
[6] En'am : 116
[7] Nisa : 157
******************************************
36 — Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalb; bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.
Bu kısa cümleler akıl ve kalbe mükemmel bir metot çizmektedir. Bu metot beşeriyetin son zamanlarda ulaşabildiği ilmi metodu içine aldığı gibi, kalb dürüstlüğünü ve Allah’ın murakabesinin mevcudiyetini de ihtiva eder. Bu, kupkuru akli metotlar karşısında İslâmın sahip olduğu bir özelliktir!
Bir haber, bir hadise veya bir hareket hakkında kesin hükme ' varmadan önce ciddî bir araştırma yapılmasını Kur’an emretmektedir. îslâmın hassas metodudur bu. Kalb ve akıl bu yolu takip ettiği takdirde, akîde âleminde vehim ve hurafeye yer kalmaz. Hüküm ve icraat sahasında zan ve şüphe rol oynayamaz. İlim, tecrübe ve araştırmak alanında tahmini faraziyelere ve sathî hükümlere değer verilmez.
Asrımızda insanların önem verdiği ilim emniyeti, kalb ve akıl emniyetinin bir cüzünü teşkil etmekten ileri gidemez. Halbuki Kur’an bunu daha büyük çapta ilân ederek insanoğlunu, kendisine kulak, göz ve kalb nimetlerini veren Allah’ın huzurunda bu nimetlerden mesul tutmaktadır...
Duygu uzuvları akıl ve kalb insanoğluna emanet edilmiştir.
Bunların herbirerlerinden sorumludur. Bu uzuvlardan bizzat azaların kendileri mesuldür. Bunlar öyle bir emanettir ki, dilin kullandığı her kelime onlardaki azamet ve hassasiyeti ifade ederken vicdanlar titrer. İnsanoğlu bir hadiseyi dile getirirken, bir şahıs hakkında hüküm verirken veya bir meselede karar verirken hakikat dışına çıkmaktan korkarak tüyleri ürperir.
“Bilmediğin şeyin ardına düşme...”
Yakînen bilmediğin bir meselenin iç yüzünü öğreninceye kadar o mesele hakkında kat’i bir söz söyleme. Bu mesele ister bir söz, ister kulaktan kulağa gelen bir rivayet, ister bir hadisenin tahlili, isterse şeriat veya itikatla alâkalı bir hüküm olsun...
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Zan ile hüküm vermekten kaçının, sözlerin en yalanı zandır.”
Ebu Dâvûd’un söneninde şöyle bir badis vardır:
“Üzerine binilen en kötü binek tahmindir.”
.Diğer bir hadiste de :
— “Yalanların en kötüsü gözleriyle görmediği halde görmüş gibi konuşmaktır.” buyuruluyor.
İşte, âyetler ve hadisler bu mükemmel metot üzerinde böyle önemle durmaktadır. Bu metotla verilen hükümlerde sadece akim görüşüyle iktifa edilmez. Araştırma ve hükümlerde kalbin de duygu, düşünce ve kararlarına yer verilir. Bir mesele bütün teferruatiyle incelenip her cephesiyle aydınlığa çıkarılmadan ne dil o mesele hakkında konuşup rivayetlerde bulunabilir, ne de akıl kendi cephesinden bir hüküm verebilir. Böylece mesele hakkında hiç bir şek ve şüpheye mahal bırakılmamış olur.
“Doğrusu bu Kur’an en doğruya iletir...”
Gerçeğin ve doğrunun ta kendisidir bu söz..
BÜYÜKLENMEK
Tevhid akidesiyle irtibatlı bulunan bu emir ve yasaklar, lüzumsuz yere büyüklük taslayıp böbürlenmenin yasak edilmesiyle son buluyor:
37 — Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.
İnsanoğlunun kalbi, kâinatın yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allahuteâlâyı idrâk etmekten mahzum olursa; elinde bulunan servet, saltanat kuvvet veya güzellik kendisini şımartır ve böbürlenmeye başlar. Elindeki her şeyin Allah’a ait olduğunu, O’nun lütuf ve nimeti olarak kendisine verilmiş bulunduğunu ve Allah'ın azameti karşısında kendirinin zayıf bir yaratık olduğunu düşünebildiği an bu şımarıklık ve böbürlenmeden kurtularak mütevazi, olgun bir insan olacaktır.
Kur’anı Kerim bu kendini beğenen gururlu, kibirli insanların zaaf ve aczini yüzlerine vurmaktadır:
Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.”
İnsan cüssesi itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah’ın yarattığı azametli şeylerle boy ölçüşemez. Ancak Allah’dan aldığı kuvvetle kuvvetlidir. O’nun izzetiyle azizdir, O’nun kendisine nefhettiği İlahî ruhla şereflidir.. Kendisine bahşedilen bu vasıflar sayesinde Allah’la irtibatını kesmemesi, O'nun Murakkabesi altında bulunduğunu bilmesi ve O’nu unutmaması istenmektedir.
'—"Kur an insanı kibir ve böbürlenmeden kurtulup tevazu ve olgunluğa davet ediyor. Tevazu, Allah’a karşı edep, insanlara karşı edep, cemiyete karşı edep ifade eder. Ancak iç âlemi çok dar ve kalbi boş olup bu edebin önemini bilmeyenler onu bırakıp kibir ve gurura saparlar. Bu kimseler Allah’ın nimetini unutup büyüklük tasladığı için Allah’ın nefretini: insanlara karşı böbürlendikleri için de insanların nefretini kazanırlar.
Bu mevzuda Hz. Peygamberden şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
“Allah için tevazu gösteren kimseyi Allah yükseltir. O kendini hakir görse de halk nazarında büyük insandır. Kibirlenen kimseyi Allah alçaltır. O kendini büyiik görür ama halk nazarında hakir insandır. Bu hali, insanların ona köpekten ve domuzdan daha âdi bir gözle bakmalarına sebep olur.”
BİLDİRİLEN HİKMETLER
Ekseriyetini yasakların teşkil ettiği bu emir ve yasakların sonunda Allahuteâlâ yasakladığı şeylere karşı duyduğu nefreti belirterek şöyle buyuruyor:
38 — Rabbinin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir.
Bu açıklama, emir ve yasaklara dair bir özetleme sayılmaktadır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi daha çok yasaklar üzerinde duruluyor ve bu yasaklara karşı Allah’ın nefreti dile getiriliyor. Emirler hakkında sükût geçilip yasaklar hakkında açıklama yapılması, bu kısımda yer alan âyetlerde yasakların emirlerden daha çok oluşundan ileri gelmektedir.
Emirler de yasaklar da mevzuun başlangıcında Allah’la, tevhit akidesiyle ve şirkten kaçınmakla irtibatlı olarak beyan edildiği gibi, bitiminde de yine irtibatlı olarak son buluyor. Ayrıca,
Hz. M u h a m m e d (S.A.) e gönderilen Kur’an yoluyle beyan edilen bu emir ve yasaklarda bir çok hikmetler bulunduğuna da işaret edilmektedir:
39 — Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah la beraber başka tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
Bu bitiş, başlangıcı andıran bir bitiştir. Mevzuun başıyla sonunu birbirine rapteden bir mâna taşıyor. Başta olduğu gibi burada da İslâm, hayat binasını Allah’ın birliği ve O’ndan başkasına ibadet edilmemesi gibi sağlam temeller üzerine oturtmaktadır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder