Bu Blogda Ara

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Hocalığın Fitnesi**Nureddin yıldız

Hocalığın Fitnesi

Hocalığın Fitnesi

Bugün ve yarın, kıyamete kadar insanlara Kur’an ve din öğretecek, fetva verecek bütün hocaların resmî örneği Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anhtır. İç kavgaları süren bir şehre gidip orada İslam’ın temellerini yerleştiren Mus’ab, hocalığın en doğal örneğidir. Yesrib’i İslamlaştıran Mus’ab ortada iken, bugün ve yarın hiç kimse mükemmel bir hoca olarak örneklendirilemez. Allah ondan razı olsun, o muhteşem bir çığır açtı. Yapılması hayâl edilemezi yaptı. Allah’ı razı etti, Peygamber aleyhisselamı memnun edip gitti bu âlemden. Onu eğitimin, sabrın, sebatın, başarının simgesi olarak görmemiz gerekiyor. Hocalığı, kendi hayatında iken sonuç verdi. İmanın kök saldığı bir şehri, Peygamber aleyhisselama hicret diyarı yaptı.
Kur’an okudu, Kur’an okuttu. Namaz kıldı, namaz kıldırdı. Cihat etti, cihada hazırladı. Öğretmenliği teoride ve pratikte gerçekleşti. Ne öğretti ise onu yaşadı da. Konuştuklarını öğretti, öğrettiklerinden konuştu. Şehadeti anlatan ayetleri okudu insanlara. Sonra da şehadeti için zemin oluşunca göklere kanatlanır gibi kanatlanıp şehadete uçtu. Elleri ve emeği ile ortaya çıkan İslam Devleti’nden tek bir maaş bile almadı. İstekte bulunmadı, hak aramadı. İnsanlara Allah’ı anlattı, “O’na koşun.” dedi. Uhud’da çağırınca Allah onu, bu sefer kendisi koştu. Gençliğini, gurbette olmasını özür kabul etmedi. Öyle yürüdü ki Rabb’ine doğru, ardından melekler bile bakakalmışlardır ki hakkında indiği söylenen ayet onu: “Allah’a verdikleri söze sadık kalan erkek mü’minlerden biri” olarak tescil etti.
İşte, hoca o idi. Ücretini Allah’tan başkasından almaya yanaşmayan hoca! Konuştuğu, yarın yapacakları olan hoca! Sabreden, sebat eden, umut dolduran, heyecan veren, parmağının ucundan bakıldığında cenneti gösteren hoca! Allah ondan razı olsun. Ne muhteşem bir örneklik sergiledi de gitti.
Mus’b’ın elindeki Kur’an ile bugünkü hocaların elindeki aynıdır. Hükümler aynı, ayetler aynı, ilkeler aynıdır. Eğer aynı olmayan bir şey aranacaksa o, imkânlardır. Mus’ab radıyallahu anhın tek imkânı ihlası ve heyecanı idi. Şimdi bizim, onca imkânlarımız içinde yoksunu olduğumuz yegâne şey olan ihlas! Onun yegânesi, bizim ise bigânemiz…
Hoca olarak elimizdeki nimetleri kullanırken bu kıyaslamayı da yapmayı unutmuyor olmalıyız. En teknolojik cihazların bile dini anlatmada kullanılabildiği bir zamanda yaşıyoruz. Dağarcığımızdaki bilgi, Mus’ab’ın bilgisi ile kıyas edilemeyecek düzeydedir. O, henüz önemli bir bölümü inmemiş olan Kur’an’ı anlattı insanlara. Ne yazılmış şekli ne de ezberleyeni vardı Kur’an’ın. Bugün ise yazılısından dijitaline kadar ne büyük imkânlarla âdeta kuşatılmış bulunuyoruz. O, önündeki iki kişiye konuşabilse diye düşünürken bugün konuşan bir hoca, uzay boşluğunda sayısını Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar büyük kitlelere hitap edebilmektedir. Bu bir nimettir. Bütün nimetler gibi bu nimetin de bir hesabı muhakkak olacaktır.
Bu pencereden izlendiğinde eğer bir memur mantığı ile ele alınmayacaksa yani şu saatten bu saate kadar mesai doldurmak, haram yememiş olmak için yeterli görülmeyecekse bugünün hocası olmak dünün hocası olmaktan daha zordur. İnsanların rehavetlerini, dinlemiyor olmalarını, şerrin hâkimiyetini mazeret olarak görüp arkasına sığınmanın anlamı yoktur. Evet, bugün sıkıntı daha çoktur ama fırsatlar da öncesi ile ölçülemeyecek kadar çoktur ve yaygındır. Yeter ki ihlasla çalışılsın, yılmadan yürünsün bu yollarda.
Şöhretin Cazibesi
Günümüzün getirdiği farklılıklardan biri de hızlı şöhret olma durumudur. Önceki zamanlara göre bir ömür sonunda elde edilebilecek şöhret, bir saatlik programda hatta beklenmeyen, istenmeyen bir kaza sonucunda gelebilmektedir. İnsan olmanın hassas noktalarından biri olan şöhretin etkisinde kalma da din üzerinden şöhret olanlar için sorun olarak gündeme gelmiş olmaktadır. Genç yaşta şöhret olan hocaefendilerin veya akademik kimlik sahiplerinin, omuzlarındaki yükü takdir edememekten kaynaklanan hatalar yapmaları artık normal kabul edilmeye başlanmaktadır. Şöhretle beraber sorumluluk da arttığı hâlde rehavetin kimlik şeklini alması bu konumdaki insanlar için ahiret hesabı açısından ürkütücüdür.
Dine hizmet etmeleri gerekenlerin, âdeta dinden hizmet almaları bunun yansımasıdır. Dinin; şöhret basamaklarını tırmanma merdiveni olarak kullanılması, dinin insanlar üzerindeki etkisinin azalmasından, yanlış din anlamaya kadar pek çok hatayı beraberinde getirmektedir. Bu bir cazibedir. Her cazibe gibi bu cazibenin de beraberinde getirdiği sakıncaları vardır. Kişinin etkisi altında kaldığı şöhret ortamının gerektirdiğini hesap ederek iş yapmaya başlaması, neticede insana göre şekillenen bir din çıkarmaktadır ortaya. Uçuk uçuk iddialar, gereksiz tartışmalar, bitmez tükenmez ispatlar bir anlamda asıl hedefin kenara itildiğini, suni hedefler üretildiğini göstermektedir. İnsanın bu noktadan sonra artık dinine zarar vermekten başka yaptığı bir şey olmadığı hâlde, onun bu tavırlarını bile hikmet gereği görmeye başlaması ne yazık ki önlemez bir son olmaktadır.
Hocalık noktasında bulunanlar eğitilirken, hocaların böyle bir gidişata karşı da önceden bilgilendirilmiş olmaları gerekmektedir. Artık teknolojinin geldiği bu noktada, devletler bile ilkelerini korumada zorlanmaktadırlar. Böyle bir ortamda, zaten bir Halife’si olmayan, tek merkezden idare edilme durumunda bulunmayan Müslümanların binlerce kurtarıcı yetiştirip her birini bir medya sahibi yapmaları işten bile sayılmayacaktır. Buna üzülmek de bizi kurtarıcı çapta bir çare değildir.
Evet, ortada bir arz ve talep meselesi vardır. Dini üzerinden şöhret olmayı isteyenleri besleyecek bir piyasa sürekli bulunacaktır. Onlar da verici ve alıcılar olarak bu ortamı canlı tutmayı başarabileceklerdir. Bizim için acil olan görev, bunların imha edilmesi değildir. Zira böyle bir imha gerçekleşmeyebilir. Din üzerinden kişisel veya düşmanca isteklerini tatmin edecek kitlenin varlığı hiçbir zaman önlenememiştir. Bu bir imtihandır, imtihan gereği de onların zemini var olacaktır. İki şeyi temin etmek ise bizim açımızdan zorunlu olmaktadır. Birincisi, birilerinin böyle bir iştah ile meydanda bulunmalarında bizi kullanmalarını önleyebiliriz. Kendi değerlerimiz üzerinden sömürülmemizi önleyebiliriz. Birilerinin, ticaret yapmak için Peygamber aleyhisselamın ölüm sahnesini bir tiyatrocu mantığı ile anlatarak bizi ağlatmasına, biz ağlamaya başlayınca da cebimizdekine göz dikmesini önleyebiliriz. İkincisi de asıl yapılması gerekenlerle meydanı doldurmayı planlayabiliriz ki bunu bir cihat olarak görmemiz zaten görevimizdir.
İnsanların beğenecekleri şeyleri arayıp bulmak ve onları konuşmak, kutusu güzel olan ilacı hastaya vermek kadar yersiz ve gereksiz bir tutumdur. İnsanları, bir markette mal beğenecek müşteri gibi görmek yerine, onların zaruri ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu hissetmelidir hoca olan. Beğendirmede peygamberler bile muvaffak olamamışlardır. Hocanın gayesi, Allah’ın kendisini beğenmesini sağlamak olmalıdır.
İnsanlar beğensin diye günün gereklileri arasında olmayan ya da birinci derecede önem arz etmeyen konuları gündem yapmak hiçbir şey değil ise israftır. Zamanlama hatası da diyebiliriz buna. Elbette bir menfaat arama söz konusu değilse, asıl sorun menfaate uygun olanı tercihten kaynaklanıyorsa bunun adını daha ağır ifade ile değiştirmemiz de mümkündür. Gerekli olan ve insanların anlayabileceği ile hocalık yapmak gerekmektedir. İman meselelerinin öncelikli tutulması, onların da seviye kollanarak ele alınması şarttır. Anlatmada kullanılan araçların da bilinçli kullanılması bir zarurettir. Bunu bilemeyenin din adına konuşmaması gerekiyor. Herkese açık olan bir TV ekranı ile isteyenin seçerek izleyeceği bir internet ekranı dahi aynı değildir. TV ekranlarının, kişisel ihtiraslara alet ediliyor olmasına esef ederiz.
Dine hizmet etmek istemek yeterli olmayacaktır. Hizmete ehliyet ve gerekli bir birikim muhakkak bulunmalıdır. İnsanlar üzerinden birikim yaparak din âlimi olma yöntemi makbul değildir.
Gösterge
Mus’ab’ın iki net göstergesi vardı. Bunlardan biri, sözü ile fiili arasında çelişki olmayışı idi. Diğeri de şu idi: Mus’ab, kuruşsuz geldiği Yesrib’ten kuruşsuz gitti. Bilakis gömlekle geldiği Yesrib’ten şehit olarak Rabb’ine giderken gömleği dizlerini bile örtmüyordu. Gömleğini de bırakıp gitmişti. Mus’ablık böyle bir şeydir. Allah ondan ebediyen razı olsun.
Bu iki gösterge yani konuştuğunun pratiği olan hoca olmak ve gömleğini bile bırakıp gitmek hocalığın ruhu olmalıdır. Dünya nimetlerine tenezzülsüzlük, peygamberlerin kimliğinde en önce göze çarpandır. Onların davasını anlatanlar da onlara benzemelidirler. Aksi takdirde anlattıklarının aktörleri gibi anılacaklardır. Rolünü oynayan bir aktör yerine rolünün adamı olan bir mü’min olmak, herkesten önce onların görevi olmalıdır.
Alkışa aldanan, dünyaya aldananın ilk örneğidir. Dini anlatmak ise dünyadan geçip ahiretin yolunu anlatmaktır. Sözle fiil arasındaki çelişki, insanların haber bülteni gibi dinleyip geçtikleri bir din dinlemelerine neden olur. İhlas ve samimiyet ise bunun aksidir.
Örneğimiz Mus’ab radıyallahu anhtır. Din anlatanlar da din yaşamak isteyenler de ona bakmalıdırlar. Kıyamete kadar o, “verdikleri sözde Allah’a karşı sadık kalan erkek mü’minlerin” en önde duran örneklerindendir. Şeytanın içten çökertme hamlelerine karşı, mü’minlerin de kendilerini korumaları gerekiyor. Medyatik hoca yerine ihlaslı hoca aramalıyız. Çok bilenden çok, bildiğine ile amel edene kulak vermeliyiz. Her şeyden önce bizim, dinimizi dinimizin kuralları ile öğrenmemiz şarttır. Medyayı kullansak da yine biz Mus’ab’ın izini süreriz. Hayır ve bereket, onun izinde vardır. Gerisinin bir fitne yumağına dönüştüğünü görüyoruz. Fitneden uzak durmak kadar kurtarıcı ne olabilir?

14 Temmuz 2017 Cuma

Kendisine yöneltilen “din nedir?” sorusuna karşılık olarak Peygamber Efendimiz, “gittiğiniz yoldur”

Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar?
*********************

Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde kardeşini (yanında) alıkoyamazdı… (Yusuf Suresi, 76)

Kuran’da inkar edenlerin de bir dinin mensubu oldukları gerçeği çeşitli ayetlerde haber verilir. Örneğin Firavun, Hz. Musa hakkında kavmine şöyle demiştir:

… Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. (Mümin Suresi, 26)

Başka ayetlerde de kafirlerin, resulün getirdiği hak dine karşı eski dinlerine bağlılık gösterdikleri şöyle anlatılır:

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.” Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. “Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boşbir uydurmadan başkası değildir.” (Sad Suresi, 4-7)

Buraya kadar da anlaşılacağı gibi her insanın bir dini vardır. Allah’ın dinine uymayanlar, hatta kendini ateist olarak tanıtanlar bile, gerçekte “dinsiz” değildirler, sadece batıl bir dinin mensubudurlar. Bu dinlerin bir kısmı, günümüzde “din” olarak tanımlanmıyor olabilir. Ancak Kuran’da belirtildiği gibi hepsi de birer dindirler. Örneğin Marksizm de bir anlamda dindir, çünkü bu ideoloji bir kısım insanların “gittikleri yol”dur. Marksistler, Marx’ın ürettiği düşünce sistemini benimsemiş, onun düşünce yöntemini kabul etmişlerdir. Dünyayı onun koyduğu kıstaslara göre değerlendirirler. Nasıl var olduklarını ve ölümün ne olduğunu da Marx’ın (ve Engels’in) mantıklarına dayanarak açıklarlar. Kısacası Marksizm’e inanmışlardır ve hayatlarını da ona göre yönlendirir, olayları ona göre değerlendirirler.

Marksizm sadece bir örnektir. Ona benzer yüzlerce farklı din (yani felsefe, düşünce sistemi vs.) sayılabilir. Marksizm’e tamamen zıt olan ideolojiler de birer dindir. Tabii tüm bu dinler, “batıl” dinlerdir ve temelde insanları Allah’ın yolundan saptırmak amacıyla üretilmişlerdir.

Burada vurgulanması gereken asıl önemli nokta şudur: Dünya üzerinde, ideolojisi, felsefesi, dünya görüşü ne olursa olsun ya da isterse hiç olmasın, hak dinden uzaklaşmışkişilerin istisnasız tabi oldukları tek bir ortak din vardır. Bu din de girişte adını koyduğumuz ve ana hatlarını çizdiğimiz “adamlık dini”dir. Ve şeytanın, insanları hak dinden saptırma ve uzaklaştırma çabasında kullandığı en sinsi ve en etkili silahıdır.

İnsanların birçoğunu, kendileri farkında olmadıkları halde etkisi altına almışbatıl bir din vardır. Bu, kendini açıkça tanıtmayan, gizli bir dindir. Hiçbir yazılı kuralı yoktur. Adı bile konmamıştır. Fakat insanların hareket ve tavırlarını, düşüncelerini kontrolü altına alır. Pek çok kimse şuurunda dahi olmadan hayatları boyunca bu dinin kurallarını uygular, bu dinin emir ve yasaklarına göre yaşarlar. Bu din, Müslümanlık, Hıristiyanlık veya Musevilik değildir. Bu dine uyan kimseler sorulduğunda belki, “Ben Müslümanım” ya da “Ben Hıristiyanım” diyebilirler. Bazı kişiler de dinsiz hatta ateist de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu gizli dinin mensubudur.

Bu din, başlangıçta insanların önüne bir bütün olarak konulup kendilerine teklif edilmez. insanlar bu dini, dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun telkinler sonucunda benimserler. Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta mimiklerinin bile bu dinden kaynaklandığını fark etmezler.

Bu din, kendisine bağlananlara hedef olarak “adam olma”yı gösterir. “Adam olmak”, bu dinin değer yargılarını benimsemek, kurallarını, yasaklarını ve davranışbiçimlerini uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde taşımak demektir. Toplumda kabul görmek, yadırganmamak, belirli bir yere gelebilmek için adam olmak şarttır. Bu din sonuç olarak “adam olma”nın dinidir. Biz de bu dine kısaca, “adamlık dini” adını vereceğiz. Adamlık dini, insanları samimiyetsizliğe, yapmacık ve zorlama tavırlara iter. Bu dine tabi olan kimseler, çoğunlukla içlerinden geldiği gibi rahat ve doğal davranamazlar. içinde bulundukları ortama uygun olduğunu düşündükleri davranışbiçimlerini, konuşma kalıplarını, yüz ifadelerini kullanır, hemen her durumda rol yaparlar. Buna karşın, kendilerinin son derece doğal ve normal bir yaşam sürdüklerini zannederler.

Bu din, sonuçta, kendine karşı bile samimi olamayan, yapmacık, sahte bir kişiliğe sahip insan modelleri üretir. Her yönden sıkıntı ve azap verici olan böyle şeytani bir dinin toplumun bütün kesimlerini etki altına almasının en önemli nedeni, az önce belirttiğimiz gibi, adının konmamış oluşudur. Bu dinin mensupları dinlerini yargılamayı, terk etmeyi ya da değiştirmeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler. Çünkü içinde bulundukları sistemin bir din olduğundan habersizdirler. Tabi oldukları sistemi, “hayatın gerçekleri, değişmez kuralları” olarak görmeyi de bir erdem zannederler.

İnsan, içinde bulunduğu bu durumu terk etmedikçe, adamlık dininden kopup ayrılmadıkça islam’ı kavrayamaz ve yaşayamaz. Çünkü islam’ın temel şartı samimiyet ve doğallıktır. Bir insanın islam’ı yaşaması ve dolayısıyla gerçek mutluluk ve kurtuluşa ulaşması, ancak Allah’a, kendine ve diğer insanlara karşı son derece samimi olmasıyla mümkün olabilir. iman, ancak samimiyet zemini üzerine kurulur. Adamlık dininin etkisinden kurtulmak içinse, öncelikle bu dini teşhis ve tarif etmek gerekir. Bu kitabın amacı da budur. ilerleyen bölümlerde, adamlık dininin özelliklerini ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.

Okuyucuya düşen, bu dinin özelliklerini incelerken kendini de tartması ve gözden geçirmesidir. Çünkü her ne kadar kimse üstüne alınmak istemese de, adamlık dini herkesin üzerinde belirli bir etki yaratmışolabilir. insan hayatının her anına müdahale eden bu karanlık dinden kurtulmak için de, öncelikle dikkat ve samimiyet gerekmektedir.

“Sen önce adam ol!”

“Adam gibi insan olsan bunlar başımıza gelmezdi!”

Bu sözleri hayatımız boyunca kimbilir kaç defa duymuşuzdur. Özellikle gençlik yıllarında, büyüklerimize pek de onaylamadıkları bir şeyi söylediğimizde ya da onların istemedikleri bir şeyi yaptığımızda…

Bu sözü sarf eden insan için “adam olmak” herşeyin başında gelir. “Adam olmak” tabiriyle kastedilen, toplum tarafından genel kabul görmüşbir ahlaka, kültüre, tavra ve adaba sahip olmak, makbul olarak tanıtılan belli kalıpları üzerinde taşımaktır. Bu değerler sistemi, kalıpları ve kuralları ile toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul görmekte ve uygulanmaktadır. Bu kalıpların ve kuralların nereden doğdukları, ne derece doğru oldukları ise kolay kolay tartışmaya açılmaz, çarpıklıkları yargılanmaz. Zira, toplumun büyük çoğunluğunca benimsenen bu yapıyı sorgulamak, kitlelere ters düşmek, genişbir kesimin tepkilerine hedef olmak tehlikesini de beraberinde getirir.

Doğruluğuna kesin olarak inanılmış bu yapı, yalnızca kendi toplumumuza has bir özellik olarak değerlendirilmemelidir. Bu sistem gerek Doğu’da gerekse de Batı’da, her çeşit kültürün yer aldığı ortamlarda kendine özgü bir inanç ve kabuller sistemi olarak varlığını sürdürmekte, yasaklamaları, yaptırımları ve tavsiyeleriyle adeta kendi başına, müstakil bir din -adam olmanın dini- halinde uygulanmaktadır: “Adamlık Dini”.

“Adam olmak”, Müslüman olmanın, Allah’a inanmanın, güzel ahlaklı olmanın, hatta insan olmanın dışında apayrı bir kavramdır. Allah’ın Kuran’da tarif ettiği tavır ve ahlakın bu dinde kesinlikle yeri yoktur. Zaten adamlık dini, Kuran ahlakının gerçek anlamda yaşanmadığı ortamlarda doğmakta ve gelişmektedir. Genelde toplumda hayran olunan, özenilen, üstün görülen kişiler adamlık dinini çok iyi öğrenmişve bunu bütün kurallarıyla uygulayan kişilerdir.

Burada Kuran’da tavsiye edilen temel ahlak prensiplerini ve adamlık dininin bunlara tamamen ters olan çürük mantığını vurgulamakta yarar vardır. Kuran’da bir insana verilen en önemli bilinç, Allah’a karşı sorumlu olma bilincidir. Buna göre, insan yalnızca Allah’ı razı etmekle yükümlüdür ve başka insanların takdiri ya da beğenisi peşinde koşmamalıdır. Kuran’ı yaşayan mümin; “Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar…” (Zümer Suresi, 36), “… yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan Suresi, 31) ayetlerine göre düşünür ve yaşar. Tüm hayatı Rabbimizi hoşnut edebilme amacına yöneliktir. Dinin temeli budur. Kuran’da, bu dinin, yani Hz. İbrahim’den bugüne uzanan hak dinin özelliğinin, tüm hayatın Allah’a adanması olduğu haber verilir.Ayette şöyle buyrulmaktadır:

De ki: “Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim’in hanif (muvahhid) dinine. O, müşriklerden değildi.”

De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 161-162)

İnsanın hayattaki temel amacının Allah’ın rızası olması, diğer insanlarla olan ilişkilerini de kuşkusuz temelden değiştirir. Az önce belirttiğimiz gibi, diğer insanlara karşı müstakil bir sorumluk hissi yoktur. Ama Allah, diğer insanlara nasıl davranılması gerektiğini haber vermiştir ve Allah’a karşı duyulan sorumluluk, diğer insanlara karşı da en adaletli, en doğru, en dürüst tutumun gösterilmesini sağlar. Ayetlerde, müminlerin bu yöndeki bakışaçısı şöyle tarif ediliyor:

Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.

Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz. (İnsan Suresi, 7-10)

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, müminlerin diğer insanlardan medet umma, onlardan karşılık bekleme gibi bir tavırları yoktur. Bu, mümine çok güçlü ve sağlam bir karakter kazandırır. Mümin her ortamda, herkesin karşısında doğru olanı, yani Allah’ın emirlerini yerine getirir. Ne kimseden minnet bekler ne de kimseden çekinir. Nitekim Allah Kuran’da, müminleri “kınayıcının kınamasından korkmayanlar” (Maide Suresi, 54) olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle, müminin olaylar ve insanlar karşısında karakteri ve tavrı hiçbir şekilde değişmez. Ne kendisine verilen bir makam ya da mevkiden dolayı şımarır, ne de içinde bulunduğu zor durumdan dolayı ümitsizliğe kapılır. Kuran’da müminlerin bu sabit ve istikrarlı karakterine sık sık dikkat çekilmekte, büyük bir mülk ya da iktidar ele geçirdiklerindeki tavırlarıyla, zorluk ve yoksulluk içindeki tavırlarının aynı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Çünkü mümin, kendisine isabet eden her türlü nimet (bu mülk, iktidar, makam vs. olabilir) ya da sıkıntının (insanlar tarafından kınanmak, saldırıya uğramak, sürülmek, yoksul kalmak, hapsedilmek vs. olabilir) Allah’tan geldiğinin ve tüm bunların kendisini eğitmek ve denemek için yaratılmışbirer “imtihan” olduğunun bilincindedir.

Buna karşılık adamlık dini, Allah’ı tanımayan, ya da Hz. Şuayb’ın Kuran’da haber verilen ifadesiyle, “O’nu arkalarında unutuluvermiş(önemsiz) bir şey edinmiş” (Hud Suresi, 92) insanların dinidir. Bu dinde, insanlar birbirlerine karşı sorumlu olduklarını düşünürler. Diğer insanları hoşnut etmek, diğer insanların beğenisini kazanmak, toplumda “statü” edinmek hayatın belki de en önemli amacıdır.


Kadınlar kendilerine belirlendiği gibi davranmalı, erkekler ve çocuklar da yine kendilerine verilen rolleri oynamak zorundadırlar. Eğer kişi bir öğrenciyse, adamlık dini kuralları bir öğrencinin neler yapmasını gerektiriyorsa öyle davranmalıdır. Bir memur, doktor, öğretmen ve işi için de aynı kurallar geçerlidir. Adamlık dini mensupları, toplum içinde sahip oldukları statüyü kendilerine kimlik edinir ve bu kimliğin gerektirdiği gibi davranırlar. Oysa müminin kişiliğini inancı şekillendirir az önce belirttiğimiz gibi, toplumun kendisine olan bakışaçısı, içinde bulunduğu statü, bu kimliği hiç etkilemez.

Adamlık dini toplumu içinde yetişen insana, bu ahlak ve kişilik yapısı otomatik olarak yerleşir ve bu dinin kuralları derhal uygulanmaya başlar. Toplum içinde geçerli olmanın, üstün olmanın yolları buralardan, bu tavır ve davranışlardan geçer.

İlerleyen bölümlerde, adamlık dininin, ait oldukları çevreye, yaşdönemlerine, sosyal ve kültürel durumlarına, cinsiyetlerine göre insanlara empoze ettiği karakter, tavır ve konuşma biçimlerini, ruh ve kişilik yapılarını, psikolojileri inceleyeceğiz. Bunların Kuran’da tarif edilen ideal davranışbiçimlerinden, kişilik ve ahlak yapısından ne derece uzak olduğu, Kuran ayetleriyle karşılaştırma yapıldığında açıkça görülmektedir. Bu şekilde, şeytanın batıl dinlerinden biri olan “adamlık dini”nin, İslam’dan uzak bir insana, hayatının her döneminde nasıl hükmettiği ortaya çıkmaktadır.
****
Bu ortamdan kurtulmak istikamete kilitlenmek için Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir.
Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur.

11 Temmuz 2017 Salı

KAİDE.ÖLÇÜ.İLK BAŞLANGIÇTA.****DAVUT KARDEŞ İLE KONUŞMAMIZ. on Vimeo



KAİDE.ÖLÇÜ.İLK BAŞLANGIÇTA.
«Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz»
Ben sizi hidayet üzere bırakıp gitmiştim. Ama döndüğümde delâlette buldum sizi. Giderken Allah’a ibadet ederek terketmiştim sizi... Ne var ki döndüğümde böğüren bir buzağıya tapınarak karşıladınız beni:
***
Bu gün 2017 aynı hikaye yalnız hikayenin konusu ayrı BUZAĞI değilde KİŞİNİN KENDİSİ.
Bugün "New Age Dini(Yeni Çağ Dini)'', dünyada gittikçe yaygınlaştırılan bir "lego dini"dir. 
***
Halbuki bu gün 2017 şu istikamet takip edilmeliydi..
SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
Gördüğümüz,algıladığımız her şey sınırlı olduğundan sınırsız olan yaratıcıyı algılayamıyor fakat yarattığı şeylerden varlığını anlıyoruz.
Bu gün inkar eden ilim veya başkaları vakaı yı kaidelere vurmadığından (ölçü) yanlış hedeflere çıkıyor.
Halbuki Muhammedin Allah tarifi; Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
zuhruf*82
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2016/12/esyayi-bazolcu-aldigimizdaasl-olan.html

***
Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır.
İslâm Akidesi
http://www.hilafet.com/kitaplar/islam_sahsiyeti/index.htm

***
Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiç-bir zaman anlayamayacak ve gösteremeyecektir” der.
Ey bilim-adamları! “neden”ini bulamayacağınız şeylere boş-yere kafa yorup hem emek hem de para harcamayın. Siz de ey başta müslümanlar olmak üzere tüm insanlar!; Sorgulamadan, araştırmadan, bilip-bilmeden her-şeye inanıp sazan gibi atlamayın. Sonra birilerinin mezesi olursunuz.
https://777has444.blogspot.nl/2015/10/meshur-teorilerin-ykls.html
***
YARATICININ VARLIĞININ KANITLANMASINDA KULLANILAN MODERN DELİLLER
http://ateistcaps.blogspot.nl/2015/01/tanrinin-varliginin-kanitlanmasinda.html 
***
Bu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/bu-gun-2017-bilim-ve-teknolojinin-acga.html

DAVUT KARDEŞ İLE KONUŞMAMIZ. on Vimeo

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Allah dilediğine hidayet veriyorsa, hidayet bulmayanlara haksızlık olmaz...



***DİKKAT.HİDAYET VE DALALET MESELESİNE AÇIKLAMA.
Hikmet sahibi yaratıcının iradesi insanoğlunun hem hidayete hem de dalâlete müstait olarak yaratılmasını istedi. İki yoldan hangisine gideceğini kendisinin hür iradesiyle seçmesini irade buyurdu. Bilâhere bü iki yoldan hangisine gideceğini kendisinin serbestçe seçebilmesi için akıl verdi. Ve insanoğlunun çevresinde bulunan kâinata göze, kulağa, kafaya, gönle ve duyguya hitap eden deliller serpiştirdi, gece ve gündüz hangi yöne yönelirse yönelsin bu delillerle karşılaşmasını temin etti... Bütün bunlara rağmen yine de rahmeti İlâhi kullarının sadece aklın eline terkedilmemesini irade buyurdu ve bunun için akla da ölçü olacak değişmez prensiplerini peygamberleri vasıtasıyle gönderdi. Bunları şeriatında açıkladı. Akıl her ne zaman zor bir şeyle karşılaşsa o kaynağa başvurur ve yaptığı şeyin iyi mi kötü mü olduğunu, doğru mu, eğri mi hareket ettiğini bu sabit ölçeğe göre ölçer. Ve o zaman değişen arzuların peşinde koşarak bocalayıp durmaz. Bunun ötesinde Allah peygamberleri herkesi zorla İmana getiren birer zalim kılmadı, sadece tebliğ vazifesi ile mükellef kıldı. Peygamberlerin vazifesi tebliğden ibarettir. Birtek Allah’a ibadeti emrederim-,'geriye kalan her türiü putperestlikten, şehvet ve arzuların mahkûmiyetinden sakınmalarını bildirirler.
“Andolsun ki her ümmete: “Allah’a ibâdet edin ve putlardan kaçının” diye peygamberler göndermişizdir.”
Bu davete bir grup insan uymuştur: “İçlerinden kimini Allah hidayete erdirdi.” Ama bir grup ta dalâleti seçti: “Kimi de sapıklığı hakketti.” Gerek birinci grup gerekse ikinci grup Allah’ın meşiyetı nin dışına çıkmış değildir. Her ikisini de Allah ne hidayete ne dalâlete zorlamıştır. Herkes Allah’ın verdiği hür iradesiyle kendi gideceği yolu seçmiştir. Ama Allah insanoğlunun çevresine hidayeti gözteren yol işaretlerini yerleştirmiş ve isteyen bu işaretlerden faydalanmıştır.
Yine bu âyeti kerîmeyle Kur’anı kerim, müşriklerin çizmek istediği cebir vehmini de bertaraf etmiş bulunuyor. Nitekim her devinin bir çok günahkâr ve asiler bu cebir mesnedine dayanmak istemiş lerdir. Bu noktada da İslâm akidesi gayet sarih ve açık bir akidedir. Allah kullarına hayrı emreder, şerri yasaklar. Günahkârları 'bazen dünyada cezalandırır. “Onları Allah saptırdı. Sonra da cezalandırdı" denilmesine müsaade vermez. Herkes kendi irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. Bunu da işte Allah irade buyurmuştur. Onlardan sudur eden hayır ve şer, hidayet ve dalâlet tamamen Allah’ın meşiyeti ve iradesi uyarınca gelişir. Bunun tafsilatını daha önce verdik.
İşte bunun için âyeti kerîme Resulullaha (S.A.) yöneltiyor hitabını ve Allah’ın hidayet, dalâlet konusundaki kanununu belirtiyor:
37 — Onların hidayet bulmalarını ne kadar özlesen ve bunun için çalışsan, muhakkak ki Allah dalâlete saptırdığını hidayete erdirmez. Ve onların yardımcıları da olmaz.
Hidayet, peygamberin gayreti ve arzusu, dalalet ise istememesi ile tahakkuk etmez. Onun vazifesi sadece tebiğdir. Peygamberin bir kavmin hidayete ermesini özlemesi veya istememesi neticeyi değiştirmez. Çünkü onun vazifesi sadece tebliğdir. Hidayet ve dalâlet ise Allah’ın kanunu uyarınca gelişir. Bu kanun bir an için geri durmadığı gibi, neticeleri hiç bir zaman değişmez. Allah kimi dalâlete saptırmışsa o, muhakkak dalâleti hak ketmiştir ve onu kanunu gereğince bir daha hidayete erdirmez. Allah’ın kanunu her zaman aynı sonuçları verir. Böyle olmasını Allahüteâlâ istemiştir. Ve Allah dilediğini yapar: “Ve onların yardımcıları da olmaz.” ki Allah’a karşı yardımlarına koşsun...
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=285852611866147&id=100013242319421


9 Temmuz 2017 Pazar

RÛH ÜZERİNE | İKTİBAS DERGİSİ

Allah’ın istediği, rûhun ne olduğunu bilmek değil, rûh sâhibi olmamızdır. Rûh vahiydir. Vahyin vermiş olduğu bir heyecan, idrâk ve şevktir. Vahiyle samîmi bir şekilde ne kadar ilgili olursanız o derece rûh sâhibi olursunuz. İnsan rûh ile kemâlini bulur. Rûhtan yâni vahiyden uzak olanlar ruhsuzlaşırlar ve Kur’ân tarafından; “hayvan gibi” hattâ bâzen de “hayvandan daha aşağı” olarak görülürler. Kur’ân, vahye uymayanları rûhtan mahrûm hayvanlara benzetiyor. İnsan beşer olmaktan bu rûha ermekle yâni vahyi bilmekle kurtulabilir. İnsanlar vahye göre yaşamadıkları için ruhsuzlaşırlar ve dolayısı ile rûha-vahye göre değil de güdülerine göre yaşadıklarında aynen hayvanlar gibi olurlar. Kâinatta her-şey vahye göre hareket ettiği için muazzam bir düzen ve âhenk vardır. Dünyâ’da da benzer bir düzenin olmamasının nedeni, insanların rûha-vahye göre yaşamamalarıdır. Ruhsuzlaşınca yâni vahye göre yaşamayınca her-şey sarpa sarmaya başlıyor ve Dünyâ bir zindana dönmeye başlıyor.
***
***
Descartes, gerçeği ‘cismin dünyâsı’ ve ‘rûhun dünyâsı’ diye ikiye bölmüştü: “Cisim ile rûh iki ayrı tözdürler, yapı ve özce birbirinden kökten ayrılırlar: cisim yer kaplar, rûh düşünür. Bunlar da birbiriyle bağdaşamayan niteliklerdir: Bilinçli olan (düşünen) yer kaplamaz, yer kaplayanın ise bilinci yoktur. Ama bu iki ayrı töz, insan adını verdiğimiz varlıkta bir-arada bulunmaktadırlar; insanın örgüsü bu ikisinden dokunmuştur” der.
https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%B6z
***
Rûh, vahiy-Kur’ân yoluyla bize geçiyor ve kâlbimizde îman olarak yerleşiyor. Yâni îman, vahyi idrâk ettiğimizde fıtratımızla buluşuyor ve açığa çıkıyor. O îman bize hem kendi içimizde hem de dışarıda mücâhede ve mücâdele etme gücü veriyor. Îmânın derecesi ve şiddeti, bizi yeniden İslâm devlet ve medeniyetinin kurulmasına yönlendiriyor.
8*Kitlesel (cemaat) olarakta çalışmak eşyadaki özellik olduğundan (insandaki haller) katagorisine girer.
RUH.(Eşyadaki özellik.)
Ruh eşyadaki özelliktir.insanda eşya olduğundan dolayı insanlar bu durumu haller olarak belirlemişlerdir.
Bundan (2017) 300 sene kadar evvel elementler bulunmadan önce insanlık için gayb olan Ruh tarifi bu gün ilim ve teknoloji sayesinde açıklanmıştır.
Peygamber sas zamanındaki kişiler için ruh gaybtır. Çünkü kişiye algılayabileceği yüklenir.

6 Temmuz 2017 Perşembe

Musa, öfkeli ve kederli olarak kavmine döndü ve: «Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz» dedi, levhaları atıp kardeşinin başıdan tutup kendine doğru çekti. Harun: «Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zalim milletle bir tutma» dedi.

«Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz»

Ben sizi hidayet üzere bırakıp gitmiştim. Ama döndüğümde delâlette buldum sizi. Giderken Allah’a ibadet ederek terketmiştim sizi... Ne var ki döndüğümde böğüren bir buzağıya tapınarak karşıladınız beni:
***
Bu gün 2017 aynı hikaye yalnız hikayenin konusu ayrı BUZAĞI değilde KİŞİNİN KENDİSİ.

***
Halbuki bu gün 2017 şu istikamet takip edilmeliydi..
SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
Gördüğümüz,algıladığımız her şey sınırlı olduğundan sınırsız olan yaratıcıyı algılayamıyor fakat yarattığı şeylerden varlığını anlıyoruz.
Bu gün inkar eden ilim veya başkaları vakaı yı kaidelere vurmadığından (ölçü) yanlış hedeflere çıkıyor.
Halbuki Muhammedin Allah tarifi; Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
zuhruf*82
***
Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır.
İslâm Akidesi
***
Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiç-bir zaman anlayamayacak ve gösteremeyecektir” der.

Ey bilim-adamları! “neden”ini bulamayacağınız şeylere boş-yere kafa yorup hem emek hem de para harcamayın. Siz de ey başta müslümanlar olmak üzere tüm insanlar!; Sorgulamadan, araştırmadan, bilip-bilmeden her-şeye inanıp sazan gibi atlamayın. Sonra birilerinin mezesi olursunuz.
***
YARATICININ VARLIĞININ KANITLANMASINDA KULLANILAN MODERN DELİLLER
***
Bu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
Musa, öfkeli ve kederli olarak kavmine döndü ve: «Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz» dedi, levhaları atıp kardeşinin başıdan tutup kendine doğru çekti. Harun: «Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zalim milletle bir tutma» dedi.