Bu Blogda Ara

22 Mayıs 2017 Pazartesi

2017***AKİDENİN ÖLÇÜMÜ*** SINIRLI OLAN SINIRSIZI...

2017***AKİDENİN ÖLÇÜMÜ***
SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
40 — Rabbiniz oğulları size ayırdı da, melekleri kendisine kız olarak mı ittihaz etti? Ne büyük, ne taşkın söz söylüyorsunuz!.

41 — Biz, and olsun ki, öğüt almaları için bu Kur’an’da bunları türlü türlü açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini artırmıştır.

42 — De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah’la beraber tanrılar bulunsaydı, o takdirde hepsi arşın sahibine yol ararlardı.”

43 — O, onların söylediklerinden münezzehtir, Yücedir, Uludur.

44 — Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan kimseler, O’nu teşbih eder. O’nu hamd ile teşbih etmeyen yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim ’dir, Gafûr ’dur.

45 — Kur’an okuduğun zaman seninle âhirete inanmayan kimseler arasına görünmeyen bir perde çekeriz.

46 — Kur’an’ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kur’an’da Rabbini tek olarak andığın zaman onlar ürkerek arkalarını çevirirler.

47 — Seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zalimlerin: “Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediklerini Biz çok iyi biliriz.

48 — Sana nasıl misâller verdiklerine bir bak! Bu yüzden sapmışlardır, artık yol da bulamamaktadırlar.

49 — “Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka yaratılıp dirilecekmiyiz? derler.

50 — De ki: “İster taş, ister demir olun.”

51 — “Yahut ta kalbinizde büyüttüğünüz daha sert bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz.” “Bizi tekrar kim diriltir?” derler. De ki: “Sizi ilk defa yaratan.” Sana, başlarını sallayarak: “Ne zamandır bu?” derler. “Yakında olabilir” de.

52 — Sizi çağırdığı gün, O’na hamdederek dâvetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.

53 — Mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.

54 — Babbiniz sizi çok iyi bilendir. Dilerse sizi esirger, şayet dilerse size azab eder. Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.

55 — Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud’a da Zebûr’u verdik.

56 — De ki: “Allah’dan başka tanrı olduğunu sandıklarınızı çağırın. Onlar sizden her hangi bir sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi onu değiştiremezler de.”

57 — Onların taptıkları da Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O’nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.

Sûrenin ikinci bölümünü teşkil eden kısımda Allah’ın birliği ve O'na şirk koşulmaması ile söze başlanmış ve aynı mealdeki bir âyetle bölüm sona ermişti. Başlangıçla sonuç arasında, sağlam tevhit temelleri üzerine oturtulmuş bir takım emirler, yasaklar, vecibeler ve âdabı muaşeret kaideleri yer alıyordu.

Şimdi başlamakta olduğumuz bölüm ise, Allah’a evlat isnad etmeyi ve ortak koşmayı reddeder bir âyetle başlayıp aynı mevzu ile ilgili bir âyetle son buluyor. Ayrıca, reddedilen bu sapık fikirlerin korkunç zarar ve tehlikeleri dile getirilerek, kâinatın bir bütün halinde, tek yaratıcı olan Allah’a yönelmiş olduğu beyan ediliyor:

"... O’nu hamd ile teşbih etmeyen yoktur...”

Bu arada, âhirette her yolun birlik halinde Allah’a döndüğü; göklerde ve yerde mevcut olan her şeyin Allah’ın ilmiyle kuşatılmış olduğu; yaratıklarla ilgili her tasarrufun Allah'ın kudret elinde bulunduğu da beyan edilmektedir:

"... Dilerse sizi esirger, şayet dilerse size azap eder...”

Ayeti kerîmeler bir yandan şirkin bâtıl inançlarını yıkıp dağıtırken, diğer yandan; ibadet etmekte, sığınmakta, kudrette, hükümranlıkta ve bütün varlıkları idare etmekte Allah’ın zat-ı İlâhisini tek ilâh olarak ilân ediyor. Bütün varlıkların mutlak hâkimi O’dur. İster dünya, ister âhiret... İster görünen, ister görünmeyen... İster canlı, ister cansız... Kâinattaki bütün varlıklar tek yaratıcıları olan Allah’a yönelmiş, O’nu hamd ile teşbih etmektedirler.
**********************************************
ÖLÇÜ,NETLİK,SIRA,OLSUN Kİ HEDEFE VARASIN. ŞİRK....
******************************************
ALLAH’A YAPILAN İFTİRA

40 — Rabbiniz oğulları size ayırdı da, melekleri kendisine kız olarak mı ittihaz etti? Ne büyük, ne taşkın söz söylüyorsunuz!..

Bu, bir ithamı şiddetle reddeden bir sualdir. “Melekler Allah’ın kızlarıdır” demeleri şiddetle reddediliyor. Allah, ortak ve benzerden münezzeh olduğu gibi, eş ve çocuktan da münezzehtir. Allah'ın kız çocukları bulunduğunu iddia edenler aslında kız çocuklarını erkek çocuklardan daha hakir görerek, fakirlik korkusu veya şereflerini kurtarmak çabası içinde onları katlediyorlardı. Bununla beraber melekleri kız olarak vasıflandırıp onlara Allah’ın kızları, diyorlar! Demek oluyor ki; erkek çorakları da kullarına lütfedip veren Allah, kendi nazarlarında kıymetli olan erkek çorakları onlara vermiş, hor gördükleri kız çocukları da —hâşâ— kendine almıştır!.

Bütün bu red cevapları ve izahlar, onların ileri sürdüğü iddiaya karşılık yapılıyor. Aslında böyle bir hüküm temelden yersiz ve merduttur:

“Ne büyük, ne taşkın söz söylüyorsunuz!.”

Kötülük ve kabahat bakımından büyük, taşkın bir sözdür bu. Cür’etkârlık ve küstahlık yönünden büyük, taşkın bir lâkırdıdır. Taşıdığı iftira mânası bakımından çok büyük, çok taşkın bir ifadedir. Tefekkür ve tasdik sınırının aşılmış olması yönünden taşkınlığın ta kendisidir.

41 — Biz, and olsun ki, öğüt almaları için bu Kur’an’da bunları türlü türlü açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini artırmıştır.

Kur’an tevhid akidesini getirmiş ve bu akidenin tanınması için çeşitli yollardan açıklamalar yapmıştır. Onları uyarmak ve öğüt almalarını sağlamak yolunda çeşitli üslûplar kullanmış ve her vasıtaya baş vurmuştur. Halbuki, sadece tefekkür ederek fıtrata dönüp ondaki mantığa başvurmak ve kâinattaki âyetlerle delilleri gözden - —<* geçirmek dahi tevhid akidesini kabullenmeye kâfidir. Böyle olmasına rağmen onlar Kur’an’ı dinledikçe nefretleri artıyordu. Kur’an’ın getirdiği akideden de, bizzat Kur’an’dan da kaçıyorlardı. Ellerinde, babalarından kalma şirk, evham ve hurafelerin meydana getirdiği bâtıl akideler vardı. Bu akidelere sımsıkı sarılmışlardı. Kur’an’a ve ondaki tevhid akidesine yaklaştıkları takdirde eski âkidelerinin kaybolacağından korkuyorlardı.
**********************************************
2017***AKİDENİN ÖLÇÜMÜ***
SINIRLI OLAN SINIRSIZI KAPSAMAZ.KAİDE.ÖLÇÜ
Âyeti Kerîmelerde müşriklerin melekleri kız kabul ederek Allah’a isnat etmeleri şiddetle reddedildiği gibi, Allah’dan başka tanrılar bulunduğuna dair iddiaları da, şiddetle reddedilmekte ve o türlü tanrılar bulunsaydı onların da Allah’a yaklaşmak için vesileler arayacakları belirtilmektedir. ^

42 — De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah’la beraber tanrılar buIunsaydı, o takdirde hepsi arşın sahibine yol ararlardı.”

Âyeti kerimede geçen ( J ) kelimesi —Arap dili gramercileri" nin de belirttiği gibi — imtinaa karşı imtina ifade etmektedir. Böyle* ce hüküm toptan reddedilmektedir. Allah’la birlikte — onların iddia ettiği gibi — başka tanrılar yoktur. Onların tanrı kabul ettikleri şeyler olsa olsa Allah’ın yarattığı mahlukattan bir nesnedir. Bu, ister bir gezegen veya yıldız, ister bir insan veya hayvan, isterse bir nebat veya cemadat olsun.. Bunların hepsi de Kâinattaki esrar ve hikmetler içinde yaratıcıya yönelmişlerdir. Kendilerini kudret kabzasında tutan irade-i ilahîyeye baş eğerek O’na teslim olmuşlardır. Allah’ın hikmeti ve sırları karşısında baş eğmek, O’nun iradesine teslim olmak suretiyle O’na ulaşmak istemektedirler:

O takdirde hepsi arşın sahibine yol ararlardı.”

-.„Burada arşın zikredilişi mahlukatına karşı Allah’ın yüceliğini ... ifade etmektedir. AlIahla beraber tanrı~lttihaz--ettikteri şevler Allah’ın yüce arşı altında barınan bir takım yaratıklardır. BunLarın Âllah seviyesine çıkmaları söz konusu olamaz.

Bunu müteâkıp Allah'ın büyüklüğü ve onların söylediği şeylerden münezzeh olduğu ifade ediliyor:

43 — O, onların söylediklerinden münezzehtir, Yücedir, Uludur.

Daha sonraki âyet-i kerimeyle, kâinatı ve ondaki bütün varlıkları içine alan eşsiz bir tablo çiziliyor. Bu tabloda, Allah’ın arşı altındaki bütün varıkların Allah’a yönelmiş olduğu, O’nu teşbih ettikleri ve O’na varmak için vesile aradıkları dile getiriliyor:

44— Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan kimseler, O’nu teşbih eder. O’nu hamd ile teşbih etmeyen yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim ’dir, G a f û r ’dur.

Bu ifade, şu büyük kâinattaki her zerrenin bir kalb gibi attığını göstermektedir. Her varlık coşkun bir ruh halinde Allah’ı teşbih ediyor. Şu halde bütün kâinat canlılık ve hareket içindedir. Tek varlık halinde Allah’a baş eğerek O’nu teşbih etmektedir. Yüce, Ulu ve Bir olan yaratıcıya doğru devamlı yükselmeye çalışmaktadır.

Bunları kalbin tefekkür etmesi halinde ortaya eşsiz bir kâinat tablosu çıkıyor. Bütün taşlar ve çakıllar, tohumlar ve yapraklar, çiçekler ve meyveler, bitkiler ve ağaçlar, haşarat ve sürüngenler, insanlar ve hayvanlar... Yeryüzünde yürüyen her şey, havada uçan ve suda yüzen her varlık... Ve bunlara ilâve olarak gök sakinleri... Evet, bütün bunlar Allah’ı teşbih etmekte ve O’na doğru yükselmeye çalışmaktadır.

İnsan ruhu, görebildiği ve göremediği bütün varlıkların canlı olduğunu hissettiği takdirde ürperecektir. O zaman, eliyle dokunduğu her şeyin ve ayağını bastığı her nesnenin Allah’ı teşbih etliğini işitecek ve onlardan hayat fışkırdığını görecektir.

"... O’nu hamd ile teşbih etmeyen yoktur...”

Her şey kendi usulü ve kendi diliyle teşbih eder.

"... Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız...”

Anlamazsınız, çünkü aranızda balçık katılığında bir perde vardır Çünkü kalblerinizle duymağa çalışmıyorsunuz. Mevcudattaki her zerreyi kendine cezbeden hikmetlere gönüllerinizi açmıyorsunuz. Bu büyük kâinatı idare eden, ondaki sır ve hikmetleri yaratan Allah’a yönelmiyorsunuz.

Sıhhat ve safiyete ulaşan ruhlar, hareketli hareketsiz her nesnenin canlı olduğunu, Allah’ı teşbih ettiğini ve Mele-i Âlâ’ya erişmek için çırpındığını hissetmeye başlar. Bu ruhlar, gafillerin vâkıf olamadığı kâinat sırlarına vâkıf olurlar. Gafillerin kalbleriyle kâinatın ihata ettiği gizli hayat arasında balçık katılığında bir perde vardır. Bu yüzden, mevcudattaki hareketli hareketsiz her şeyde var olan hayatı göremez.

"... Doğrusu O, Halim ’dir, G a f û r ’dur.”

Allah’ı hamd ile teşbih eden kâinat kervanının yanında, beşer olan insanoğlunun kusurları dikkate alınarak Allah’ın Halim ve Gafûr sıfatları zikrediliyor. Allah’a şirk koşmak, O’na kız çocukları isnad etmek, O’nu hamd ile teşbih etmekten gafil kalmak gibi şeyler nankör olan insanoğlundan zuhur etmektedir. Halbuki kâinatı teşkil eden varlıklar arasında Allah’ı teşbih etmek, O’na hamdetmek, O’nu bilmek ve birlemek her şeyden önce insanoğlundan beklenir. Eğer Allah’ın Hilim ve mağfiret sıfatları olmasaydı, aziz ve muktedir olan Allah’ın beşere vereceği cezası pek büyük olurdu. Ne var ki O,her mevzuda kullarına mühlet tanımakta, onları ikaz edip uyarmaya devam etmektedir.

“... Doğrusu O, Halim ’dir, G a f û r ’dur.”





Hüseyin Uzun - 2017***AKİDENİN ÖLÇÜMÜ*** SINIRLI OLAN SINIRSIZI...

21 Mayıs 2017 Pazar

TARTI VE ÖLÇÜDE DOĞRULUK Ahde vefa gösterilmesi...

TARTI VE ÖLÇÜDE DOĞRULUK

Ahde vefa gösterilmesi emrolunduktan sonra tartı ve ölçüde de doğruluktan ayrılınmaması emrediliyor:

35 — Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun. Doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.
********************************************
Ey kavmim ! ölçüyü ve tartıyı hakkaniyetle yerine getirin. İnsanlara eşyasını eksik vermeyin.
Yani sadece eşyayı değil Fikirleri de kaide ve kurallarına göre verin ki şeytanın tuzaklarına düşmeyin.
Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslubundan tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.
Muhammed.30 da ki sözü uygulayın
Yoksa bu ölçüler,şablon,kaideler olmasa ben onların konuşma üslubundan nasıl tanıyacağım.
*********************************************
Antlaşmaya karşı dürüst davranmakla tartı ve ölçüde dürüst hareket etmek arasında hem mâna hem lâfız yönünden münasebet bulunduğu açıkça meydandadır.

ölçü ve tartıda hile yapılmadığı takdirde muamelenin dürüstlüğü ve kalbin temizliği muhafaza edilmiş olur. Bu iki unsurun korunması sayesinde cemiyet içindeki muameleler dürüst yürür, kalbler-de emniyet ve güven husûle gelir ve hayatı bereket kaplar:

“Böyle yapmak netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.”

Dünya için daha hayırlı olduğu gibi, âhirt için de taşıdığı mâna itibariyle daha iyidir.

Resuli Ekrem (S.A.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: i» “Bir kimse haram işlemeye tevessül edip sonra Allah korkusu ile vazgeçse, Allah onun bedelini âhirete bırakmadan, dünyada iken verir. Bundan daha hayırlı bir şey olmaz.”

ölçü ve tartıda tenezzül edilen hile; pisliktir, küçüklüktür, sahtekârlık ve hiyanettir. Hilekârlık güveni sarsar, alış verişte durgunluk yaratır, cemiyetteki hayır ve bereketi azaltır. Ve bu kötü şeyler fertlerde de tesirini gösterir. Hile yapmakta kazanç olduğunu zannedenler bilmelidir ki, bir an için kazanç gibi görünen hile, önce cemiyet içinde geçmez akçe hükmüne düşer, sonra da bu değersizlik fertlerde tesirini gösterir.

Ticaret âleminde ileriyi görebilenler bu gerçeği müdrik olarak tatbik ederler. Onları bu tatbikata sevkeden âmiller ahlâkî veya dînî âmiller de değildir. Bu gerçeği sadece ticaret sahasında edindikleri tecrübelere dayanarak, daha çok kazanmak için tatbikata koyarlar.

Böyle sadece kazanç için dürüstlüğü kendine prensip edilenler le itikat ve inanç yönünden prensip edinenler arasındaki fark pek büyüktür. Dürüstlüğünü itikat temelleri üzerine oturtanlar aynı kazancı sağlamakla kalmayıp kalb temizliğine de sahip olurlar. Bu suretle faaliyet sahaları daha yüce ufuklara doğru genişler ve hayatın gerçek tadını tadarlar.

Böylece İslâm, parlak ve geniş ufuklara doğru yol alırken, ameli hayatın hedeflerini de tahakkuk ettirmektedir.

ZAN İLE HÜKÜM VERİLMEZ

İslâm akidesi sarahat, açıklık ve berraklık akidesidir. Bu akidede zan, vehim ve şüphe üzerine hüküm verilmez:
**********************************************************
İSLÂM AKİDESİ
(İLİMLER PAKETİ)
Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur : "Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5]

Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır.
Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur.

Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]

[5] Necm : 28
[6] En'am : 116
[7] Nisa : 157
******************************************
36 — Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalb; bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.

Bu kısa cümleler akıl ve kalbe mükemmel bir metot çizmektedir. Bu metot beşeriyetin son zamanlarda ulaşabildiği ilmi metodu içine aldığı gibi, kalb dürüstlüğünü ve Allah’ın murakabesinin mevcudiyetini de ihtiva eder. Bu, kupkuru akli metotlar karşısında İslâmın sahip olduğu bir özelliktir!

Bir haber, bir hadise veya bir hareket hakkında kesin hükme ' varmadan önce ciddî bir araştırma yapılmasını Kur’an emretmektedir. îslâmın hassas metodudur bu. Kalb ve akıl bu yolu takip ettiği takdirde, akîde âleminde vehim ve hurafeye yer kalmaz. Hüküm ve icraat sahasında zan ve şüphe rol oynayamaz. İlim, tecrübe ve araştırmak alanında tahmini faraziyelere ve sathî hükümlere değer verilmez.

Asrımızda insanların önem verdiği ilim emniyeti, kalb ve akıl emniyetinin bir cüzünü teşkil etmekten ileri gidemez. Halbuki Kur’an bunu daha büyük çapta ilân ederek insanoğlunu, kendisine kulak, göz ve kalb nimetlerini veren Allah’ın huzurunda bu nimetlerden mesul tutmaktadır...

Duygu uzuvları akıl ve kalb insanoğluna emanet edilmiştir.

Bunların herbirerlerinden sorumludur. Bu uzuvlardan bizzat azaların kendileri mesuldür. Bunlar öyle bir emanettir ki, dilin kullandığı her kelime onlardaki azamet ve hassasiyeti ifade ederken vicdanlar titrer. İnsanoğlu bir hadiseyi dile getirirken, bir şahıs hakkında hüküm verirken veya bir meselede karar verirken hakikat dışına çıkmaktan korkarak tüyleri ürperir.

“Bilmediğin şeyin ardına düşme...”

Yakînen bilmediğin bir meselenin iç yüzünü öğreninceye kadar o mesele hakkında kat’i bir söz söyleme. Bu mesele ister bir söz, ister kulaktan kulağa gelen bir rivayet, ister bir hadisenin tahlili, isterse şeriat veya itikatla alâkalı bir hüküm olsun...

Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

“Zan ile hüküm vermekten kaçının, sözlerin en yalanı zandır.”

Ebu Dâvûd’un söneninde şöyle bir badis vardır:

“Üzerine binilen en kötü binek tahmindir.”

.Diğer bir hadiste de :

— “Yalanların en kötüsü gözleriyle görmediği halde görmüş gibi konuşmaktır.” buyuruluyor.

İşte, âyetler ve hadisler bu mükemmel metot üzerinde böyle önemle durmaktadır. Bu metotla verilen hükümlerde sadece akim görüşüyle iktifa edilmez. Araştırma ve hükümlerde kalbin de duygu, düşünce ve kararlarına yer verilir. Bir mesele bütün teferruatiyle incelenip her cephesiyle aydınlığa çıkarılmadan ne dil o mesele hakkında konuşup rivayetlerde bulunabilir, ne de akıl kendi cephesinden bir hüküm verebilir. Böylece mesele hakkında hiç bir şek ve şüpheye mahal bırakılmamış olur.

“Doğrusu bu Kur’an en doğruya iletir...”

Gerçeğin ve doğrunun ta kendisidir bu söz..

BÜYÜKLENMEK

Tevhid akidesiyle irtibatlı bulunan bu emir ve yasaklar, lüzumsuz yere büyüklük taslayıp böbürlenmenin yasak edilmesiyle son buluyor:

37 — Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.

İnsanoğlunun kalbi, kâinatın yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allahuteâlâyı idrâk etmekten mahzum olursa; elinde bulunan servet, saltanat kuvvet veya güzellik kendisini şımartır ve böbürlenmeye başlar. Elindeki her şeyin Allah’a ait olduğunu, O’nun lütuf ve nimeti olarak kendisine verilmiş bulunduğunu ve Allah'ın azameti karşısında kendirinin zayıf bir yaratık olduğunu düşünebildiği an bu şımarıklık ve böbürlenmeden kurtularak mütevazi, olgun bir insan olacaktır.
Kur’anı Kerim bu kendini beğenen gururlu, kibirli insanların zaaf ve aczini yüzlerine vurmaktadır:

Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.”

İnsan cüssesi itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah’ın yarattığı azametli şeylerle boy ölçüşemez. Ancak Allah’dan aldığı kuvvetle kuvvetlidir. O’nun izzetiyle azizdir, O’nun kendisine nefhettiği İlahî ruhla şereflidir.. Kendisine bahşedilen bu vasıflar sayesinde Allah’la irtibatını kesmemesi, O'nun Murakkabesi altında bulunduğunu bilmesi ve O’nu unutmaması istenmektedir.

'—"Kur an insanı kibir ve böbürlenmeden kurtulup tevazu ve olgunluğa davet ediyor. Tevazu, Allah’a karşı edep, insanlara karşı edep, cemiyete karşı edep ifade eder. Ancak iç âlemi çok dar ve kalbi boş olup bu edebin önemini bilmeyenler onu bırakıp kibir ve gurura saparlar. Bu kimseler Allah’ın nimetini unutup büyüklük tasladığı için Allah’ın nefretini: insanlara karşı böbürlendikleri için de insanların nefretini kazanırlar.

Bu mevzuda Hz. Peygamberden şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:

“Allah için tevazu gösteren kimseyi Allah yükseltir. O kendini hakir görse de halk nazarında büyük insandır. Kibirlenen kimseyi Allah alçaltır. O kendini büyiik görür ama halk nazarında hakir insandır. Bu hali, insanların ona köpekten ve domuzdan daha âdi bir gözle bakmalarına sebep olur.”

BİLDİRİLEN HİKMETLER

Ekseriyetini yasakların teşkil ettiği bu emir ve yasakların sonunda Allahuteâlâ yasakladığı şeylere karşı duyduğu nefreti belirterek şöyle buyuruyor:

38 — Rabbinin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir.

Bu açıklama, emir ve yasaklara dair bir özetleme sayılmaktadır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi daha çok yasaklar üzerinde duruluyor ve bu yasaklara karşı Allah’ın nefreti dile getiriliyor. Emirler hakkında sükût geçilip yasaklar hakkında açıklama yapılması, bu kısımda yer alan âyetlerde yasakların emirlerden daha çok oluşundan ileri gelmektedir.

Emirler de yasaklar da mevzuun başlangıcında Allah’la, tevhit akidesiyle ve şirkten kaçınmakla irtibatlı olarak beyan edildiği gibi, bitiminde de yine irtibatlı olarak son buluyor. Ayrıca,
Hz. M u h a m m e d (S.A.) e gönderilen Kur’an yoluyle beyan edilen bu emir ve yasaklarda bir çok hikmetler bulunduğuna da işaret edilmektedir:

39 — Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah la beraber başka tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.





Bu bitiş, başlangıcı andıran bir bitiştir. Mevzuun başıyla sonunu birbirine rapteden bir mâna taşıyor. Başta olduğu gibi burada da İslâm, hayat binasını Allah’ın birliği ve O’ndan başkasına ibadet edilmemesi gibi sağlam temeller üzerine oturtmaktadır...
TARTI VE ÖLÇÜDE DOĞRULUK Ahde vefa gösterilmesi...