Bu Blogda Ara

30 Nisan 2017 Pazar

Akide Dersleri (Akideye Giriş)-Şükrü Hüseyinoğlu-Kur'an Nesli İlim Merkezi

Allah şeytanın insanoğlunun düşmanı olduğunu açıklıyor.
Şeytanda insanoğlunun akidesindeki ilk olan Allah tarifini karıştırıyor.
İşte bütün proplemler buradan kaynaklanıyor.
Bu proplemi çözmek için aşağıdaki linklerden vakayı bir netleştirelim.
İslam davetçileri davalarını ****NET*** bir şekilde ortaya koymazlarsa, gelişen olaylar karşısında tavizsiz dik duruş sergileyemezlerse safların netleşeceği aşamaya geçilemez, toplum karışık bir vaziyette devam eder.


3 Nisan 2017 Pazartesi

YENİ ARŞİV*4

Bugün
Uygarlık “maddîyata dönük ilim” geliştirirken ve mânâyı yok sayarken, medeniyet madde ve mânâyı birlikte geliştirir. Müslümanlar medeniyetlerini, din-merkezli uygulamadan vazgeçtikleri zaman kaybetmişlerdir. Madde ve mânâyı ayırmaya başladıkları zaman medeniyetleri de çökmeye başlamış, medeniyetini kaybedince de gerçek gücünü de kaybetmiş ve zamanla medeniyetten vazgeçip uygarlığa düşmüştür-dönüşmüştür. Zâten müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni de budur. Medeniyetin göstergelerinden olan kitap, modern zamanlarda müslümanların ellerine nerdeyse hiç almadıkları bir şey hâline gelmiştir. Hâlbuki bir-zamanlar tüm Avrupa’daki kitapların sayısı, İslâm ümmetinin sâdece bir şehrinde bulunan bir kütüphânedeki kitapların sayısından bile azdı. Pek işimdi nasıl?. *** Bu ortamdan kurtulmak istikamete kilitlenmek için Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir. Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur. https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=265716833879725&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251733788611363&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=252100325241376&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=234354723682603&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=231031697348239&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=220325161752226&id=100013242319421&hc_location=ufi1-dot
SOYUT TASAVVURLAR DUYGUSAL YANILSAMALAR1-dot
Seküler akıl ile Müslüman vicdan arasında tuhaf bir uzlaşma sağlanarak bütünüyle harama/küfre dayalı bir ekonomik sistem toplumsallaştırılabiliyor, kurumsallaştırılabiliyor, kavramsallaştırılabiliy…BağlantıSeküler akıl ile Müslüman vicdan arasında tuhaf bir uzlaşma sağlanarak bütünüyle harama/küfre dayalı bir ekonomik sistem toplumsallaştırılabiliyor, kurumsallaştırılabiliyor, kavramsallaştırılabiliy…
UYGARLIK VE MEDENİYET1-dot
Uygarlık “umran” değildir. O bâtıl ve popüler bir kültürdür sâdece. Maddî bir kültür. Mâneviyatı vicdanlara gömmüş, hattâ orada bulunmasına bile tahammül edemeyen bir kültür. Kültürden ziyâde belki…BağlantıUygarlık “umran” değildir. O bâtıl ve popüler bir kültürdür sâdece. Maddî bir kültür. Mâneviyatı vicdanlara gömmüş, hattâ orada bulunmasına bile tahammül edemeyen bir kültür. Kültürden ziyâde belki…
Hilafet Allah’ın adına, Allah’ın adıyla yeryüzünde bulunmaktır. Halife olmak, Allah’ın tecelligahı olan bu kâinatta fıtratına, ahdine sadık kalarak var olmaktır. Var oluşa bu mükellefiyetle katılmaktır. Halife olmak, kendini tanımakla, bilmekle başlar. Hizmetine musahhar kılınmış kainatı anlamaya, zübde-i alem olan nefsindeki ve dışındaki ayetleri okumayla devam eder. Buradan kalkarak benliğinin, varlığın farkına varmak, ‘ben kimim, nereden geldim, neden buradayım, nereye gidiyorum ve bu hal neyin nesi’ sorularını sormak ve bu soruların cevabını bulmak için tefekkür, tedebbür ve tezekkürde bulunmaktır. *** Arzda halifelik görevini hakkıyla ifa etmenin imkânı, fıtratı bozmadan iman etmek ve İslam’a teslim olmaktan geçmektedir. Bu imkânlarla mücehhez olarak üstlendikleri görevi hakkıyla yerine getirenler ancak Hilafet sorumluluğunu yüklenmeye de aday olabilirler. *** Onun için yeni nesillere şu fikri açarak anlatmalıyız ki hedefe varalım. *** Bu ortamdan kurtulmak istikamete kilitlenmek için Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir. Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur. https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=265716833879725&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251733788611363&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=252100325241376&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=234354723682603&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=231031697348239&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=220325161752226&id=100013242319421&hc_location=ufi1-dot
Geçen Hafta
“Onlar ellerini ağızlarına itip, “biz size gönderileni inkâr ettik. Bizi çağırdığınız şeyden şüphe ve endişe içindeyiz” dediler...” Ellerini ağızlarına götürdüler. Tıpkı uzaktakilere sesinin ulaşmasını isteyen kimselerin yaptığı gibi ellerini ağızlarına götürerek ses dalgalarının daha fazla çıkmasını ve etraftan duyulmasını istediler. Âyeti kerime bu hareketi öyle bir şekilde ifade ediyor ve canlandırıyor ki onların yalanlamalarını ve şüphelerini apaçık olarak göstersin. Şu halde onlar bu hareketlerini gizlemek istemiyorlar, bilakis açıkça söyleyip herkesin duymasını arzu ediyorlar. Hattâ bu hususta biraz da aşırı gidiyorlar. Bu bayağı ve aşağılık hareketleri yaparak, edep ve terbiyeden yoksun davranışlariyle küfürlerini açığı vurmak ve bunu teşhir etmek istiyorlar. Peygamberleri onları Allah’ın varlığına ve birliğine imana çağırıyordu ve hiç bir kula benzemeyen tek tanrı olduğunu kabule davet ediyordu... insan fıtratına hitap eden ve kâinat sayfalarına serpiştirilmiş sayılmayacak derecede çok delilleri bulunan, apaçık bu gerçekten şüphe etmek ve endişeye kapılmak... Çok çirkin ve kötü bir hareket olarak meydana çıkıyor. Zaten peygamberler de bu şüphe ve endişeyi iyi karşılamamışlardı. Halbuki gökler ve yer bile bu gerçeğin apaçık şahidi ve deliliydi... 10 — Peygamberleri de onlara demişlerdi ki: “Gökleri ve yeri yaratan... Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz?...” Alahtan mı şüphe ediyorsunuz?... Baksanıza gökler ve yerler açık açık bağırıyorlar O’nun varlığını ve birliğini. Kendilerini yoktan! varedenin mevcudiyetini açıkça haykırıyorlar. Böyle demişti onlara peygamberleri. Çünkü göklerle yerler son derece açık ve müthiş iki delil idi O’nun varlığına. Sadece onlara işaret etmek bile bu şüphenin yersizliğinin anlaşılması için kâfiydi. Bu gerçeği görenler hemen doğru yola gelebilirlerdi eğer isterseler. Bu yüzden daha fazla delilere baş vurmuyor peygamberleri. Sonra başlıyorlar Allah’ın insanlar üzerindeki nimetlerini saymaya. Onları imana davet edişindeki, belli bir süreye kadar azabı ertelemesindeki, düşünüp tanışarak azaptan korunmaları için mühlet verişindeki nimetlerini... “Gökleri ve yeri yaratan, günahınızı bağışlamak... İçin çağıran Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz?...” Buradaki çağırma aslında iman çağrısıdır. İman çağrısına uyan kişi zaten mağfirete nail olur. Fakat âyeti kerime böyle ifade etmiyor da Allah’ın nimetini ve lütfunu gözler önüne sermek için doğrudan doğruya çağrıyı mağfirete yöneltiyor. Ve işte o zaman mağfirete çağrılan bir kavmin bu şekilde davranması çok acayip ve tuhaf olarak beliriyor. Günahınızı bağışlamak, belirli bir süreye kadar meydan vermek için çağıran...” Hakteâlâ bağışlamak için çağırıyor. Ve mühlet veriyor. Tekzip eder etmez sizi çabucak azaplandırmaz. Size nimet ve ihsanda bulunur Ve belirli bir süreye kadar erteler üzerlerinden azabı. Azabı ya dünyada veya öbür dünyada getirmek üzere tehir eder. Bu erteleme müddeti esnasında kendinizle başbaşa kalır, Allah’ın âyetlerini veya peygamberlerin uyarılarını dikkatle incelersiniz. Bu bile size Allah’ın bir lütfü bir ihsanıdır. Allah’ın bir rahmeti ve müsamahası eseri olarak ertelenmektedir sizin üzerinizden azap... Lütuf ve sahibi olan yüce Allah’ın davetinin cevabı, karşılığı böyle mi olmalıdır?... Burada o beyinsizce itirazlarındaki cehaletleri ile yüz yüze getiriyor âyeti Kerime onları: Siz de bizim gibi sadece birer insansınız. Siz bizi atalarımızın tapındığı şeylerden döndürmek iştiyorsunuz...” Onlar içlerinden birisinin Allah tarafından risalet vazifesiyle görevlendirilmesiyle iftihar edeceklerine tamamen cahilliklerinden ve beyinsizliklerinden dolayı bunu hoş karşılamıyorlar hattâ Allah elçileri için bir şüphe ve endişe vesilesi yapıyorlar. Peygamberlerin kendilerine getirdikleri daveti asıl gayesinin kendilerini atalarının tapındıklan şeylerden çevirmek olduğunu söyleyerek karşı çıkıyorlar.Bir kere de sormuyorlar kendi kendilerine neden acaba peygamber onları atalarının tapındığı şeylere tapınmaktan çevirmek istemektedirler? Tabiatı itibariyle putperestliğin dondurduğu ve yozlaştırdıığı kafalarda tefekkürden eser kalıp ta babalarının tapmdıkları şeylerin mahiyetini araştıracak güç bulunur mu? Neden tapınıyordu ataları onlara? Ne önemi vardı bu tapınmanın? Bu putların mahiyeti ne idi? İyice düşünüp tetkik edildiği takdirde ne gibi bir hüviyet arzediyordu bu taptıkları şeyler? Yine aynı donuk ve yozlaşmış kafalarda yeni davetin mahiyetini düşünecek ve inceleyecek kapasite de kalmamıştı. Peygamberlerin getirdikleri şeylerin doğruluğunu kabul etmek için sadece harika istiyorlardı onlar. “öyleyse bize apaçık bir delil getirin.” demişlerdi. Peygamberler de onlara cevap verirken... Birer insan olduklarını inkâr etmiyorlar hattâ açıkça söylüyorlar. Bunun yanısıra nazarı dikkatleri bu konuya değil Allah’ın peygamberleri seçişindeki lütuf ve ihsanına çeviriyorlar. Bu yüce emaneti vermek için neden kendilerini tercih ettiğini beyan ediyorlar: 11 — Peygamberleri onlara demişti ki: “Biz de sizin gibi birer insanız ama Allah kullarından dilediklerine ihsanda bulunur...” Âyeti kerime bilhassa ( J*. ) kelimesini kullanıyor ki karşılıklı konuşma ile sûrenin havası arasında bir irtibat kursun. Allah’ın nimetlerinden söz eden havası arasında.. Allah’ın bu nimeti kulları içinden dilediğine vermesi de bu lütufları meyanındadır. Bu büyük lütuf sadece peygamberlerin şahsına mahsus değildir. Bütün beşeriyete lütuf ve ihsanda bulunmaktadır. Hakteâlâ da aralarından birisini bu yüce vazifeye seçmektedir. Mele-i âlâ ile ilgi kurma vazifesine. Bu lütuf bütün insanlığadır. Kum yığınları altında kalmış ve kaybolmuş bulunan gerçek fıtratlarını uyararak karanlıklardan aydınlığa çıkmalarını sağlamaktadır böylece. Bünyelerinde mevcut olan alın verici cihazlarını harekete geçirerek cansız ölü durumundan çıkarıp enerji fışkıran hayata götürmektedir onları... Ayrıca peygamberler vasıtasıyle insanları kullara kul olmaktan kurtarıp bir ve tek olan Allah’a kul etmekle, insanlığın insanlık şeref ve haysiyetini ayaklar altında kalmaktan kurtarmakta, kullara kul olmanın Kötülüğünden kurtulmalarını sağlamaktadır ki bu da insanlar ■ için en büyük lütuf ve ihsandır. Bu zillet değil midir ki kişiyi kendisi gibi bir insan olan başkasının önünde boyun eğmeye zorlamaktadır. Kendi gibi bir başka insanı ilahlaştırarak insanın gücünü basite irca edip tüketen aşağılıktan kurtarmaktadır. > Apaçık delil ve kuvvetli harika getirme meselesine gelince; bu hususun Allah’a ait olduğunu kendilerinin elinden bir şey gelmediğini söylemektedir peygamberler. Böylece onların kapkaranlık zihinlerinde Allah'ın zatı ve üluhiyeti ile peygamberlerin şahsiyetinin Arasını tefrik etmektedir. Hiç bir benzetme ve temsilin yer almadığı saf tevhit gerçeğini seçebilmelerini sağlamaktadır. Nitekim bu bataklik öyle derin bir bataklıktır ki nice putperest inançlar oraya gömülmüş kalmış, nice dinler bu bataklık içinde kaybolup gitmiştir. Hıristiyan kilisesinin tanrı inancı da grekoromen putperestliği, Mısır ve Hind paganizmi ile karışıp bu bataklıkta kendisini yitirmiş gitmiştir. Bu bataklığa girişin başlangıcı Hz. Isâ (A.S.) ın getirdiği mucizeleri onun şahsına isnad ederek Allah’ın Ulûhiyeti ile is â (A.S.) ın ubûdiyetinin birbirine karıştırılması ile olmuştur. “Allah’ın izni olmadıkça biz size delil de getiremeyiz...” O’nun kuvvetinden başka dayandığımız bir kuvvet te yok bizim... . ************************************************************** “Allah’a güvenip dayansın mü’minler.” Bu gerçeği her zaman söylüyor peygamberler. Çünkü mü’min yalnız ve yalnız Allah’a dayanıp güvenir. Allah’tan başkasına yönelmez onun kalbi, Alah’tan başkasından yardım da dilemez. Allah’ın sığınağından başkasına iltica etmez. Sonra peygamberler zulme imanla karşı koyuyorlar. Eziyetlere tahammül ediyorlar. • • 12 — Hem biz ne diye Allah’a güvenip dayanmayalım ki, o göstermiştir bize dosdoğru yolları. Bize yaptığınız eziyetlere elbette dayanacağız. Tevekkül edenler de yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”... “Hem biz ne diye Allah’a güvenip dayanmayalım ki o göstermiştir bize dosdoğru yolları...” Gittiği yolun doğruluğuna ve durduğu yerin sağlamlığına güvenen kimsenin söyleyeceği bir sözdür bu. Dostu ve yardımcısı olan zata güvenen kimsenin sözü... Kendisini doğru yola ileten Allah’ın mutlaka yardımına koşup muavenet edeceğini bilen insanın sözüdür bu. Bir kul yolun doğrusunu bulmuşsa bu zaferin ve yardımın bu geçici hayatta tahakkuk etmemiş olmasının bile bir önemi yoktur. Allah’ın adımlarını izlediğini, yolunu gösterdiğini duyan bir kalb Allah’a bağlı bir kalb olup her şeyde Allah’ın kahredici gücünü ve hükümranlığını gözden uzak tutmaz. Ve bu şuur içinde bulunan kimse yolda yürürken asla tereddüt etmez. Yoluna ne kadar engeller dikilirse dikilsin, karşısındaki putların ve putçulann gücü ne kadar fazla olursa olsun asla aldırmaz. O seçtiği ve hak bildiği yolda azimle ^ yürür. İşte buradan geliyor Allah elçilerinin putçulardan gelen tehditlere aldırış etmeyip Allah’ın hidayetinde oluşlarıyla, O’na tevekkül edişleri arasında bir münasebet kurarak yollarında azimle ve sebatla ilerlemeleri. Savrulan tehditlerin üzerine üzerine yürümeleri. Bu gerçeği —Mü’minin kalbinde yer eden Allah’ın hidayeti üzere olmak ile Allah’a tevekkül etmek arasındaki münasebet gerçeğini — şuurlu olarak ancak fiilen bir harekete katılmış olan ve ruhunun derinliklerinde Allah’ın yardımlarına koştuğunu Hisseden ve böylece zorbalara, diktatörlere karşı koyan, Allah’ın hidayeti ile engin ufukları görüp iman ve bilginin sunduğu tatlı kokuları duyarak huzura eren Allah’ın ünsiyetini ve kurbiyetini bizzat hisseden kalbler anlarlar. Ve işte o zaman bu kalb yeryüzü putlarının ve diktatörlerinin savurduğu tehditlere aldırış bile etmez. Hile ve oyunları umursamaz dahi... Çünkü o, yeryüzü putlarının ve diktatörlerinin bütün tehditlerini ve ellerindeki sindirme ezme vasıtalarını küçümser, korkmaz ondan. Zaten Allah’a bağlanmış olan bir kalb neden korkacaktır bu güçsüz zavallılardan... Bu kulların ellerinden gelecek şeyler neden çekindirsin, neden sindirsin Allah’ın kulunu?... “Hem biz ne diye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki O göstermiştir bize dosdoğru yolları...” “Bize yaptığınız eziyetlere elbet te dayanacağız...” Dayanacağız elbette... Sarsılmayacağız... Gevşemeyeceğiz... Zaafa düşmeyeceğiz... Geri dönmeyeceğiz... Tereddüt etmeyeceğiz... Endişeye kapılıp heyecanlanmayacağız.. İfrat ve tefrite dalmayacağız... “Tevekkül edenler de yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” İş bu raddeye gelince zulum tecavüze başlıyor. Tartışmıyor, münakaşaya girişmiyor, aklım başına alıp düşünmüyor, çünkü akidenin karşısında mağlup olacağını biliyor. Bu yüzden de haddi aşarak tecavüze kalkışıyor. Zorbaların elinden maddi güce baş vurmaktan başka ne gelir ki zaten?... ******************************************************** 13 — Küfredenler peygamberlerine dediler ki: “Ya bizim dinimize dönersiniz veya sizi memleketimizden çıkarırız...” İşte burada İslâm ile cahiliyet arasındaki savaşın mâna ve mahiyeti meydana çıkıyor. Cahiliyet hiç bir zaman islâmın başlı başına bir varlığa sahip olmasını istemez ve buna müsaade etmez. Kendi varlığının ötesinde islâmın da bir varlığa sahip olmasına göz yummaz, tahammül etmez. İslâm onunla barış yapacak olsa da cahiliyet barış yapmaya yanaşmaz. İslimin elbette başlı başına bir varlığı bulunmak, müstakil hareket eden bir kumandası ve bir tabyası bulunmalıdır, toplu bir islim cemiyeti mevcut olmalıdır. Ne var ki cahiliyet işte buna hiç tahammül edemez... Bunun için küfredenler peygamberlerinden sadece kendilerini dine davetten vaz geçmesini istemekle yetinmiyorlar, bununla birlikte kendi dinlerine de dönmelerini istiyorlar. Kendi cahiliyet toplumlarına onların da katılmasını arzu ediyorlar. Cemiyet içinde eriyip müstakil bir varlık ibraz etmemelerini talep ediyorlar. Ama bu dinin tabiatı da işte bunu yasaklamaktadır kendi mensuplarına Bunun için de peygamberler onların istediklerini kabullenmiyorlar ve reddediyorlar. Şu halde bir müslümanın bir cahiliyet toplumu içine karışıp erimemesi gereklidir... ****************************************** Zalim kuvvetler tecavüz edip ezmeye kalkıştıkları zaman artık çağrı ve davetin zamanı geçmiş olur. Deliller getirmenin mânası kalmaz bir daha. Ve Allah peygamberlerini cahiliyet mensuplarının eline teslim etmez elbette. '\r Cahiliyet cemiyeti organik yapısı itibariyle bir müslüman unsurun kendi uzvu içerisinde yer edip gelişmesine müsamaha etmez. Ancak müslümanın çalışıp çabalaması bu cahilyet cemiyetinin faydasına olacak olursa göz yumar. Cahiliyeti yerleştirmek ve kökleştirmek için çalışırsa seslenmez. Cahiliyet cemiyeti içine sızarak, onun çalışma mekanizmasını ve teşkilatını ele geçirerek din ve davaları için / kullanabileceklerini sananlar cahiliyet cemiyetinin organik yapısını bilmeyenlerdir. Halbuki cahiliyet cemiyeti kendi toplumu içinde yaşayan insanlara kendi doğrultusunda çalıştırmaktan, kendi sistemi ve nizam anlayışı muvacehesinde hareket ettirmekten başka türlü çalışmalara ve hareketlere müsaade etmez. İşte bunun için peygamberler Allah onların arasından kendilerini kurtarmasına rağmen tekrar aralarına dönmek istemiyorlar. Dunun bu raddeye gelince yüce küvet karışıyor işe. Ve o korkunç ve öldürücü darbesini indiriyor beyinlerine. Hangi insanın basit ve komik gücü karşı durabilir bu öldürücü darbeye?... İsterse bu güç zalim despotların ve diktatör zorbaların gücü olsun. “Rablerı de peygamberlere vazetti ki: “Biz zalimleri helak edeceğiz.1-dot
3 Fotoğraf3 Fotoğraf
Kur’an’a Tarihselci yaklaşımın arka planı, Yakup DÖĞER, Küre Medya, Bu küreye dair ne varsa...1-dot
Şurası kesindir ki, bizim ne kitabımızdan, ne peygamberimizden ne de dinimizden bir şüphemiz yoktur. Lakin Müslümanlar olarak en azından genel itibarıyla bu konuya vakıf olursak, ileride önümüze çıkacak sorunlara karşı hazırlıklı oluruz. *** Bu ortamdan kurtulmak istikamete kilitlenmek için Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir. Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur. https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=265716833879725&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=251733788611363&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=252100325241376&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=234354723682603&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=231031697348239&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=220325161752226&id=100013242319421&hc_location=ufiBağlantı
NEREYE KADAR?1-dot
Emperyal illüzyon, özellikle İslam dünyasında, kadim öğretmeni şeytanın her türlü hile ve aldatmasını hayata sokuyor ve aldatıyor. İslam dünyasını kavim, kabile, sülale veya bir kurtarıcı mitine mu…BağlantıEmperyal illüzyon, özellikle İslam dünyasında, kadim öğretmeni şeytanın her türlü hile ve aldatmasını hayata sokuyor ve aldatıyor. İslam dünyasını kavim, kabile, sülale veya bir kurtarıcı mitine mu…
ATEİZM DİNİNİN PEYGAMBERLERİ1-dot
En başta evrensellik iddiası… Aşağı yukarı Aydınlanma Çağı’ndan beri Hıristiyan itikadının belli başlı unsurlarına yöneltilmiş olan tenkitler bütün dinleri ilgilendiren mutlak standartlar olarak su…BağlantıEn başta evrensellik iddiası… Aşağı yukarı Aydınlanma Çağı’ndan beri Hıristiyan itikadının belli başlı unsurlarına yöneltilmiş olan tenkitler bütün dinleri ilgilendiren mutlak standartlar olarak su…
Hizb-ut Tahrir’in İnternet Adreslerine Engel Koymak Fikirleri Karşısında Aciz Kaldığınızın Göstergesidir1-dot
Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur. https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=220325161752226&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=220357725082303&id=100013242319421 https://www.facebook.com/saved/?search_token=hizbu%20tahr%C4%B1r&collection_token=100013242319421%3A586254444758776%3A102 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=271365013314907&id=100013242319421 http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/hizb-ut-tahrir-olarak-rasidi-hilafet.htmlBağlantıBasın Açıklaması Hizb-ut Tahrir’in İnternet Adreslerine Engel Koymak Fikirleri Karşısında Aciz Kaldığınızın Göstergesidir Bilgi Teknolojileri ve İleti...
Kamuoyuna ve İktidar Sahiplerine Duyuru! - Kalemder
Hâlâ suçumuzun ne olduğunu bilmemekteyiz. Bu keyfiliğin, hukuksuzluğun, laik devlet kurumlarının kendi yasalarına bile bu derece sadakatsiz oluşunun sorumlusu kimdir? *** SEN EY MÜSLÜMAN SEN... Çünkü sen kaidelerine uymuyorsun.Tavrın Net değil. http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/rasidi-hilafet-istiyorum-kaideler-ve.htmlBağlantı
HAYRETTİN KARAMAN: “İSLAM BAZI SIFATLARI TAŞIYAN KİMSLERE İTAAT EDİLMESİNİ İSTEMİŞTİR; BAŞKANLIK DA BUNLARDANDIR”1-dot
Fakat Devlet reisi Halife değilse ; meselâ ; kıral, cumhurbaşkanı ya da devrim liderliği meclis başkanı ise, istisnasız onun emirlerinin hiç birisine itaat vacib değildir. Ve eğer o, herhangi bir masiyetle yani herhangi bir Şerî hükme muhalefetle emir ederse ona itaat şüphesiz haramdır...http://namenstr8.blogspot.nl/2015/04/devlet-reisine-itaat.htmlBağlantıAllah’ın ayetlerini ağızlarını eğip bükerek nasıl çarpıttıkları aşikar olan saray uleması zevatın geldiği son nokta; Kur’an’daki itaat söyleminin laik ve demokratik/şirk  sistemin…
Hizb-ut Tahrir’in İnternet Adreslerine Engel Koymak Fikirleri Karşısında Aciz Kaldığınızın Göstergesidir Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK), Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti’nin resmi internet sitesine (www.hizb-turkiye.org) Türkiye’den erişim engeli koydu. Bu yasaktan kısa bir süre sonra Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi’nin resmi internet sitesine de (www.hizb-ut-tahrir.info) aynı şekilde Türkiye’den erişim engeli konuldu. Her iki engelleme de mahkeme kararı olmadan, hiçbir gerekçe gösterilmeden ve gerekli bilgilendirme yapılmadan uygulamaya konuldu. Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti Medya Bürosu olarak konu hakkında kısa bir izahat ile kamuoyunu bilgilendirmeyi uygun görüyoruz. İslami esaslar ile hiçbir şekilde örtüşmeyen, değerlerimiz ve örfümüzle de bağdaşmayan ve hatta ahlaksızlık ve edepsizliği aleni şekilde yayan televizyon programlarına, gazete ve dergilere ve internet sitelerine izin veriliyor ancak İslami çalışmalar yapan kuruluşların yayın kanallarına yasaklar getiriliyor. Devletin resmi makamları olarak sizler, bir taraftan gençliği zehirleyen bu kanalları besliyorsunuz diğer taraftan da İslam ile değişen aydın akılların önüne engeller koyuyorsunuz. Soruyoruz! Yoksa size göre dindar nesil böyle mi yetişecek? Hizb-ut Tahrir’in internet sitelerine yönelik yasakçı bu engellemeler, 5 Mart 2017 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirmeyi planladığımız, ancak haksız bir şekilde resmi makamlar tarafından yasaklanan “Dünya Hilafet’e Neden Muhtaç?” başlıklı konferansımızın ilan edilmesinden hemen sonra uygulamaya konulmuştur. Bu göstermektedir ki, Müslümanlara sunduğumuz İslami fikirler karşısında aciz kalan makamlar yine o bildik yasakçı alışkanlıklarına başvurmak zorunda kaldılar. Bu durum İslam’a karşı yasakçı zihniyetin devam ettiğinin açık göstergesidir. Hizb-ut Tahrir’in sahip olduğu İslami fikirler bu yasakları koyanları adeta aciz bırakmaktadır. Zira artık günümüzde aydın akıllar onun fikirleri ile dolup taşmaktadır. İşte Hizb-ut Tahrir, İslam’ın izzetine susamış Müslümanların arzuladığı Raşidi Hilafet için çalışmaktadır. حزب التحرير Hizb ut-Tahrir Türkiye Medya Bürosu H.03 Recep 1438 M.31 Mart 2017
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
Geçmişten Günümüze Nostalji Gitme Turnam1-dot
Geçmişten Günümüze Nostalji Gitme TurnamVideoGeçmişten Günümüze Nostalji Gitme Turnam
Hayati ve acil hesaplaşmaları bir şekilde hep erteliyoruz. Düşünce dünyamızın, zihin dünyamızın bizler farkına varmadan ele geçirildiğini farketmiyoruz. Gerçekleri görmediğimiz için, boş hayallerle oyalanıyoruz. Gerçekleri görme yetisi olanlar, boş hayaller karşısında bağışıklık sahibi olurlar. Bugünkü düşünme, algılama tarzımızı İslami anlamda değiştirerek, özgürleştirerek, kendi dünya görüşümüzü, değer sistemimizi sistematik bir bütünlüğe kavuşturarak, küreselleştirici yapıları etkileyebilecek şekilde kavramsallaştırmayı, yapılandırmayı düşünmediğimiz, bu yolda çaba harcamadığımız, bu konuyu düşünebilecek, tartışabilecek kadrolara sahip olamadığımız için, modern, sömürgeci dil, bilim, felsefi çerçeveler, disiplinler karşısında, bu disiplinler tarafından onaylanabilecek bir çerçeve oluşturmaya çalışıyor, bu disiplinler karşısında çok ezik ve çok mahcup bir Müslümanlık tanımı oluşturma uğraşı veriyoruz. Düşünme yeteneğini yitiren bir toplumun ve kültürün yeni bir medeniyet tasavvur etmesi mümkün olamaz. *** Bu halden kurtulabilmemiz için şu bakış açısını açıp insanlığa servis etmemiz gerekir. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI.
Diyelim ki süper bir bilgisayar var ve bu bilgisayardan insanın beynine bilgi nakledecek bir sistem geliştirilmiş. Bu yolla 24 saat içinde “her yönden sağlıklı bir insana”, seçme 1 milyon kitap, 10 milyon dergi, 100 milyon makâle-yazı yüklendi. Dünyâ’da konuşulan her dil beynine yüklendi. Kur’ân’ın “Şâmil Programı” gibi 100 tâne program beyne gönderildi. Üstelik bir-kaç gün içinde bu bilgiler hücrelere yedirilmiş ve doğal hâle getirilmiş yâni güncelleştirilmiş olsun. Yâni harddisk gibi ruhsuz değil de, kişinin değerlendirebileceği bir şekilde olsun. Yükleme ile Kur’ân’ın hâfızı da oldu. Arapça bilgisi de mükemmel olarak yüklensin vs.. Yâni her konuda âllâme-i cihan olsun bu kişi. Hem de yüklenen şeyler boş ve değersiz kaynaklar değil, çok iyi seçilmiş ve özenle ayrılmış kalitede kitaplar/kaynaklar olsun. Bu kişi her konuda insanlık târihinin en ileri ilim-sâhibi olsun.. Bu kişi bundan sonra ne yapacak?. Ne yapmalı?. Ne yapabilir?. Şimdi ne olacak?. *** Şu fikrin açılımını yapıp insanlığa servis edilecek. EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. *** Sonrada şu istikamet takip edilecek. BU DURUMDA İSLÂM BİZDEN NE YAPMAMIZI İSTİYOR? http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/bu-durumda-islam-bizden-ne-yapmamizi.html
ROMANTİK SAÇMALIKLAR1-dot
Düşünme yeteneğini yitiren bir toplumun ve kültürün yeni bir medeniyet tasavvur etmesi mümkün olamaz. Yabancılaşma, hangi toplumda olursa olsun, insanların düşünce ve eylemlerinin başkalarının irad…BağlantıDüşünme yeteneğini yitiren bir toplumun ve kültürün yeni bir medeniyet tasavvur etmesi mümkün olamaz. Yabancılaşma, hangi toplumda olursa olsun, insanların düşünce ve eylemlerinin başkalarının irad…
HEDEF BİLİNCİ1-dot
Kur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir pazıl gibi, bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en büyük hakârettir…BağlantıKur’ân’a sanki; bir kitâbe yazıtları gibi, bir hiyeroglif gibi, bir bulmaca gibi, bir şifre gibi, bir pazıl gibi, bir gizli bilgiler kitabı gibi vs. yaklaşmak Kur’ân’a yapılacak en büyük hakârettir…
baba hakkı hic bir zaman ödenmez1-dot
➷🌿🌺🌿 ¸.•*´¨) ➷🌿🌺🌿 ➷(.¸.•´ (¸.•🍃`➷🌿🌺🌿🌺🌿Keyifle dinleyin❣ 🌺🌱🌺Video➷🌿🌺🌿 ¸.•*´¨) ➷🌿🌺🌿 ➷(.¸.•´ (¸.•🍃`➷🌿🌺🌿🌺🌿Keyifle dinleyin❣ 🌺🌱🌺
Frekanslarla (titreşimlerle) hastalıkları da iyileştirmek mümkündür. Her titreşimin ölçüsü bir frekans değeriyle hesaplanır. Farklı titreşimlerin farklı frekansları vardır. Bir titreşimin ne tür bir titreşim olduğunu frekans değerleriyle ölçeriz. Frekans teknolojisi günümüzde kısmen de olsa tıpta kullanılıyor ancak gün gelecek pek çok hastalığın tedavisi frekanslarla yapılabilecek. Her hastalığa uygun frekans bulunacak ve hasta kişi o frekans ortamına sokularak tedavi edilecek. O gün geldiğinde modern tıp ile alternatif tıp birleşmiş olacak. Aslında bu bilinen bir şey ama hala hastalıkların çaresini ilaçlarda arayıp duruyoruz ve bu durum ilaç sektörünün çok işine yarıyor. Plasebo etkisi bile aslında frekansların değişmesiyle alakalı. İnanmak denilen şey, hastanın hastalığa karşı tutumu değişince frekansının da değişmesi ve hastalığın artık o frekansta kendine yer bulamamasından başka bir şey değil. Birinin elini tuttuğunuzda bedeniniz otomatik olarak onun frekansına ayarlanıyor. O halde kimin elinden tuttuğunuza dikkat edin çünkü eğer onun manyetik alanı sizinkinden daha kuvvetliyse sizi kendi frekansına çekebilir ve o frekans gerçekte size yaramayan bir frekans olabilir. İlişkilerde de asıl mesele doğru frekansı bulabilmekte… Frekans teknolojisi hızla gelişmeye devam ediyor. İleride öyle günler gelecek ki, kişiler eş seçimini yaparken sadece kan uyuşmazlığına değil frekans uyuşmazlığına da bakacaklar. Bu şekilde kimin kiminle anlaşamayacağı net bir şekilde bilinebilecek. İyi başlayıp kötü giden ilişkilerin de sebebi frekansların değişmesi aslında. On yıldır birlikte olduğunuz kişiyle artık anlaşamıyorsunuz çünkü ikiniz de on yıl önceki frekanslarınızda değilsiniz artık ve bugün apayrı iki frekansta yaşıyorsunuz hayatı. Kısmet dediğimiz şey de frekanslarla son derece ilintilidir. Dünyanın iki ayrı ucunda da olsa en doğru frekanslar her zaman birbirlerini buluyor. Tıpkı göçmen kuşların yollarını bulması gibi dünyanın manyetik haritasında hepimizin ayarlı olduğu bir frekans var ve kendimize en uygun frekansı bir göçmen kuş edasıyla buluyoruz. Bazen de bulamıyoruz. İşte o zaman hayatımızda problemler ortaya çıkıyor. Bizimkinden daha güçlü bir frekansın etkisine girdiğimizde kendi manyetik alanımızdan kopuyoruz ve kendimizi kötü giden bir evliliğin içinde ya da istemediğimiz bir işi yaparken bulabiliyoruz. İşte bütün bunların sebebi yanlış frekanslar… İlişkilerde de asıl mesele doğru frekansı bulabilmekte. *** Bu gün boşanmaların,anlaşamamalarının çoğunun sebebi de bu... Halbuki yaratıcı,Kullanma kılavuzunda şöyle diyor. ****** Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar. Nisa.65 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=269370200181055&id=100013242319421
Işıkdoğan: Aile içi huzursuzluk ve boşanmaların kaynağı batı kültürü1-dot
Uzmanlar, boşanmaların sebebinin sadece aile içi etkenlere bağlı olmadığını belirterek, batı kültürünün ve gayri ahlaki yayınların etkisine girildikçe aile içi huzursuzlukların ve boşanmaların arttığına dikkat çekti.BağlantıUzmanlar, boşanmaların sebebinin sadece aile içi etkenlere bağlı olmadığını belirterek, batı kültürünün ve gayri ahlaki yayınların etkisine girildikçe aile içi huzursuzlukların ve boşanmaların arttığına dikkat çekti.
TAADDÜDÜ KUDEMA MAZERETİ1-dot
… korktuğumuzdan kurtulmanın, sevdiğimize kavuşmanın yolunu tutmak olmalıdır. Bunlar Allah’ın işidir; O ise işini kimseye bırakmaz, dilediği gibi yapar. İnanıyoruz ki hükmetmek de ona a…Bağlantı… korktuğumuzdan kurtulmanın, sevdiğimize kavuşmanın yolunu tutmak olmalıdır. Bunlar Allah’ın işidir; O ise işini kimseye bırakmaz, dilediği gibi yapar. İnanıyoruz ki hükmetmek de ona a…
Hastalıklar frekans ayarlarının bozulmasından kaynaklanır1-dot
insan vücudunun 62-68 MHz’lik bir frekans aralığı var. Hastalık ve rahatsızlıklar 58 MHz’de baş gösteriyor. Dua insan frekansını 15 MHz yükseltiyor Araştırmalarda olumsuz ve olumlu düşüncelerin vücut frekanslarımız üzerindeki etkisi de incelendi. Olumsuz düşüncelerin insan frekansını 12 MHz kadar düşürdüğü, olumlu düşüncelerin frekansı 10 MHz kadar yükselttiği tespit edildi. Dua da frekansı 15 MHz kadar yükseltiyor. Esans yağlar da kişinin frekansını yükseltmede önemli bir rol oynuyor. Gül yağı ve günlük gibi yüksek frekanslı esanslar ruhsal dengeyi sağlayabiliyor. *** Hastalıklar duygu ve düşüncelerde başlar ***BağlantıDr. Sarıyıldız insan bedeninin frekanslardan oluştuğunu belirterek, olumsuz duygu ve düşüncelerin organların titreşimini bozduğunu iddia ediyor. Sarıyıldız, frekans ayarlarıyla oynaya…
Geçen Ay
SEKÜLER KESİNLİKLER İSLAMİ GÖRELİKLER1-dot
Toplumlarımızın zihin dünyası ve bilinci bir yanda modern seküler düşünce tarafından belirlenirken, bir diğer yanda da vulgarize edilmiş bir din algısı tarafından belirleniyor. Hangi bağlamda olurs…BağlantıToplumlarımızın zihin dünyası ve bilinci bir yanda modern seküler düşünce tarafından belirlenirken, bir diğer yanda da vulgarize edilmiş bir din algısı tarafından belirleniyor. Hangi bağlamda olurs…
SEKÜLER VE OTORİTER İSLAMCILIK: YENİ TÜRKİYE İSLAMCILIĞI
Ama şunu iyi bilelim ki bugün İslam adına hiçbir gelecek öngörüsüne sahip değilsek, bunun sorumlusu, referans almadığımız “Tevhidi İslam” değil. *** Bunun ötesinde, İslami düşünceyi böyle yıpratanlar ve kitleleri İslami söylemlerin ve ideallerin kofluğuna inanmaya mecbur bırakanlar, bugün ciddi bir yükümlülük altında ve bunun bedelini hepimiz ödeyeceğiz… *** *EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları. *** EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Bütün proplemlerin yok olduğu şu fikri niye anlamıya çalışmıyorsunuz.BağlantıVe geldiğimiz noktada, artık İslami düşünme mefhumunu yitirdiğimizi, İslam’ın temel ilke ve ölçütlerini kaybettiğimizi göremiyor, tarihin bizleri savurduğu bu demde, geçmiş düşmanlarımızın dünyevi …
Hz. Ömer (r.a) elinde Tevrat nüshaları ile Hz. Peygamber’e (sav) gelmiş ve “Ey Allah’ın Resûlü! Benî Kurayza Yahudilerinden komşum olan birine uğradım ve bana bunları yazdı, sana onları arz edeyim mi?” deyince Rasûllüllah’ın gazaptan rengi değişmiştir. Hz. Ömer, onun kızgınlığını anlayıp şöyle mukabelede bulunmuştur: ‘Rabb olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak Hz. Muhammed’e razı oldum.’ Bunun üzerine Rasûllüllah şu tarihi cevabı vermiştir: “Sizin aranızda (şimdi) Musa da olsaydı ve siz beni terk edip Musa’ya bağlansaydınız dalalette olurdunuz. Ümmetlerden siz benim payıma, peygamberlerden de ben sizin payınıza düştüm.” (Abdur-rezzak, Musannef, no: 10164, c. VI, Sh: 113; Ahmed, Müsned, c. III, Sh: 470; İbni Hamza, Esbabu Vurudi’l-Hadis, no: 1402, c. III, Sh: 135) Burada söz konusu edilen dalalet; Hz. Musa’ya ittibadan kaynaklanan bir dalalet değildir. Aksine Allah’ın emrine uymayarak gönderilen elçiye; Hz. Muhammed (sav)’e uymamaktan kaynaklanan bir dalalettir. Şimdi insaf ile düşünelim ve yüksek sesle konuşalım: Hz. Ömer (R.a.)’in elinden Tevrat sayfasını alarak Kur’ân’la birlikte hükmü kalkmış olan bir kitabın geçerli olmadığını, olamayacağını ortaya koyan Rasûlüllah (sav), Müslüman olduklarını söyleyen bu ülkenin idarecilerinin ellerinden İsviçre’den, Fransa’dan, İtalya’dan ve Almanya’dan alınmış olan bu kokuşmuş düzmece kanunları alıp tarihin çöplüğüne atmaz mıydı? *** Resulullah (S.A.V.) Bedir savaşında Müslümanlara şöyle seslendi: “Haşim oğullarından ve başkalarından bazılarının zorla savaşa getirildiği ve bizimle savaşmak istemediklerini öğrendim. Kim Haşim oğullarından biriyle karşılaşırsa onu öldürmesin, kim Ebu El Buhturi bin Hişam veya Abbas bin Abdulmuttalible karşılaşırsa onları öldürmesin, bunlar zorla savaş meydanına getirildi ” http://namenstr8.blogspot.nl/search?q=senin+m%C3%BCsl%C3%BCmanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1+Allah+daha+iyi+bilir
GÜCE EKLEMLENMEK1-dot
Artık hırçın, kırıcı, çabuk sinirlenen ve herkesle kavga halindeki insanlar güçlü kabul edilmemektedir. Bu tür insanlar da ellerindeki güç faktörlerini kaybetme telaşı içindedirler. Onların da korkuları, güvensizlikleri ve endişeleri vardır. Korku ve endişe içinde olan kişi güçlü olabilir mi? Güçlü insan, hiçbir şeyin eksikliğini duymayan, kendisine güvenen yalnız Allah’tan korkan ve gelecekten korkmayan kişidir. Onun dışındaki gelişmeler ne olursa olsun, Allah’a güvenerek gelişmelerden etkilenmeyen kişidir. O yüzden başkalarını yıkıma uğratan olaylar onun moralini bile bozmaz. En büyük sorunlar karşısında bile bir çıkış yolu olabileceği bilincindedir. Bağımlılıklarından kurtulmuş ve gerçek anlamda özgürlüğe kavuşmuştur. Başkalarının hırsına başkalarının hayat şekline başkalarının zenginlik diye tanımladıkları yaşantılarına asla özenmez. O’nu hiç bir şey satın alabilecek durumda değildir.Bağlantıilkelerinden taviz vererek güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar, güç merkezi değiştikçe onlarda tekrar tekrar dönerler. üçlü; dolayısı ile güçlü insan tanımı süreç içerisinde anlam değişi…
19 — Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen hiç köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar. 20 — Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar. 21 — Ve onlar ki Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan ürkerler. 22 — Ve onlar ki, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarfederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı. 23 — Adn cennetleridir. Oraya girerler. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip, *********** http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/cennet-garanti-belgesi.html ****************************** 24 — “Sabrettiğiniz için selam size. Ne güzel karşılığıdır burası dünyanın.” derler. 25 — Anlaştıktan sonra Allah’ın ahdini bozanlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara. Ve yurtların en kötüsü onlarındır. 26 — Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki dünya hayatı âhiretin yanında sadece bir geçimlikten ibarettir. 27 — Küfredenler dediler ki: “Rabbinden kendisine bir âyet indirilmeli değil miydi?” De ki: “Allah dileyeni saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir.” 28 — Onlar ki inanmışlardır. Ve Allah’ı anmakla kalbleri huzura kavuşmuştur. Dikkatli olun kalbler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur. 29 — İnanmış olup sâlih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır. 30 — İşte böyle, sana vahyettiğimizi okuman için seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik. Onlar Rahman’ı inkâr ederler. De ki: “O, benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na tevekkül ederim. Dönüşüm de O’nadır.” 31 — Şayet Kuran ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı kâfirler yine inanmazlardı. Halbuki bütün işler Allah’a aittir. Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirildi gerçeğini inananların aklı kesmedi mi? Ve hâlâ işlediklerinden dolayı küfredenlerin ya başına veya evlerinin yakınına Allah'ın vaadi yerine gelene kadar bir bela gelir. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz. 32— Andolsun ki, sizden önce de nice peygamberlerle istihza edilmişti. Küfredenleri önce tehir ettim, sonra cezalarını verdim. Cezalandırmam nasıldı? 33 — Her kesin yaptığını gözeten Allah bir olur mu hiç? Onlar Allah’a ortak koştular. De ki: “Onlara bir ad bulun bakalım. Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Küfredenlere kurdukları düzenler güzel gösterildi. Ve doğru yoldan alıkonuldular. Ve Allah kimi saptırırsa ona doğru yolu gösteren bulunmaz. 34 — Onlara dünya hayatında azap vardır. Âhiret azabı ise daha zorludur. Allah’a karşı onları koruyacak kimse de yoktur. 35 — Müttakilere vaadolunan cennetin içinden ırmaklar akar. Oranın yiyecekleri süreklidir, gölgeleri de. Bu, Allah’tan sakınanların mükâfatıdır. Kâfirlerin cezası ise ateştir. 36 — Kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde de onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: “Ben ancak Allah’a kulluk etmek ve ona şirk koşmamakla emrolundum. Hepinizi O’na çağırıyorum ve dönüşüm O’nadır. *************************** http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/okuogrenistikametini-belirle-akide.html ***************************************** 37 — İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen bilgiden sonra onların heveslerine uyarsan andolsun ki, Allah katından sana bir dost ve koruyucu çıkmaz. 38 — Adolsun ki senden önce nice peygamberler gönderdik. Onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah izni olmadan hiç bir peygamber bir âyet getiremez. Herkesin müddeti yazılıdır. 39 — Allah dilediğini siler. Dilediğini bırakır. Ve ana kitap 0’-nun katındadır. 40 — Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana göstersek te, senin canını alsak ta senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmekse bize düşer. 41 — Görmüyorlar mı ki biz yeryüzünün etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Allah hükmünü verir. O’nun hükmünü bozacak yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir. 42 — Onlardan. öncekiler düzen kurdular. Halbuki bütün düzenler Allah’ındır. Her kesin ne kazandığını bilir. Küfredenler yurdun sonunun kimin olacağını bilecektir. 43 — Küfredenler: “Sen peygamber değilsin.” derler. De ki: “Benimle şirin aranızda şahit olarak Allah yeter. Ve kitabın bilgisi yanında olanlar.” Bilinmezlikler âleminde, ruhun enginliklerinde ve kâinatın ufuklarında — surenin birinci bölümünde anlatılan — korkunç ve dehşet dolu sahneleri müteakiben ikinci bölümde aklî ve vicdanî temaslar yer alıyor, ince ve derin tasvirlere girişiliyor, vahiy ve risalet, tevhid ve şirk mevzuu etrafında açıklamalarda bulunuluyor. Deliller talep edip gelecek azabın çabucak gelmesine dair isteklerine cevap veriliyor... Aslında bu açıklamalar sûrenin izahını hedef aldığı ana mevzu ile ilgili yeni bir temaşa mahiyetindedir. Bu temaşa iman ile küfrün tabiatını açıklayan bir ifade ile başlıyor. İmanın ilmi ifade ettiği, küfrün ise körlük ve cehalet mânasına geldiği bildiriliyor. Sonra mü’minlerle kâfirlerin tabiatleri ve ayırıcı vasıfları beyan ediliyor. Bunu müteakiben gelen ifadede ise bir kıyamet sahnesi yer alıyor. Bu sahnede mü’minlerin ulaşacakları nimetlerle kâfirlerin görecekleri azaplar gözler önüne seriliyor. Bir ara rızık mevzuuna temas ediliyor ve bunun Allah’ın takdir ve ölçüsüne bağlı olduğu belirtiliyor. Sonra Allah’ı anan ve O’na güvenen inanmış gönüllerle bir seyahat yapılıyor. Ve bu arada Kur anın nitelikleri beyan ediliyor, onunla dağların yürütülmesi, yeryüzünün parçalamak gayesine mebnidir. Birinci bölümdeki balyoz darbelerinden sa da olsa kâfirlerin başına veya yurdlarının yakınına gelecek belaya temas ediliyor ve hemen uydurma tanrılar konusundaki gülünç tartışmalara geçiliyor. Geçmişlerin başından geçen felaketlere temasdan sonra zaman zaman kısaltılan yeryüzünün çevresiyle ilgili malumat veriliyor. Ve bütün bunlar; sonunda peygamberin peygamberliğini tekzip edenlerin korkunç âkıbetleriyle başbaşa bırakılacaklarına dair bir tehdit ile nihayete eriyor. Buradan da anlaşılıyor ki; sûrenin birinci bölümünde yeralan ve Ustüste gelen balyoz gibi tesirli ifadeler ikinci bölümde yeralacak mesele ve konulara hazırlık mahiyetinde olup, zihinleri buna hazırlamak gayesine mebnidir. Birinci bölümdeki balyos darbelerinden nonra ruhlar artık bu emirleri almaya hazır vaziyettedir. Ve böylece sûrenin iki bölümü arasında tam bir uygunluk sağlanmaktadır Her bölümün ayrı bir tesiri ve darbesi var insan hissinde. Ama her iki bölüm de aynı hedeflere vuruyor ve aynı gayeleri belirtmek istiyor. VAHİY MESELESİ Birinci mesele vahiy meselesidir. Sûrenin giriş kısmında bu noktaya temas edilmişti ama şimdi yeni bir üslûp ve ifade ile temas ediliyor: 19 — Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen hiç köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.”... Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilenin mukabili bilmeyen değildir. Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilmeyenin mukabili kör olandır. Hayret verici bir üslûp bu. Kalblerin derinliklerine iniyor ve bütün çizgileri ana işaretleriyle birlikte ayırdediyor. Bizatihi hakkın kendisidir bu. Mübalağalı ve fazla gösterilen hiç bir yanı yok. Tahrife asla uğramamış. Binaenaleyh bu apaçık ve büyük gerçeği göstermeyen tek şey körlüktür. Kör olandan başka herkes bilir bu apaçık hakikati. Bu büyük hakikat karşısında insanlar iki sınıftırlar: I — Görenler ki bunlar o gerçeği de bilirler. II— Körler ki bunlar asla görmezler o gerçeği. Buradaki körlük manevî olup basiretin kapanması anlamınadır. İdrâk kabiliyetinin sönüp, kalbin bütün noktalarının kapanıp, ruhlara giden marifet parıltılarının sönmesi ve asıl aydınlık kaynağı olan menba ile alâkalarını kesmesidir... “Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.”... Anlayan kafaları, idrâkeden zihinleri olanlar ancak bu gerçeği görür ve ondan ibret alırlar. Delâlet ettiği mânayı düşünerek uyanırlar. İşte bu düşünen akıl sahiplerinin vasıfları: 20 — Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar.”... Allah'ın ahdi terimi umumîdir. Her türlü ahdi içine alır. Anlaşma da böyle. Bütün anlaşmalan ihtiva eder. Bütün ahidlerin dayandığı en büyük ahid hiç şüphe yoktur ki Allah’a verilen iman ahdidir. Bütün anlaşmaların dayandığı temel nokta bu imanın gereği olan şeyleri yerine getirerek anlaşmanın şartlarına riayet etmektir. İman ahdi hem çok eski hem de çok yenidir. Eskidir, ta bütün mevcudatı saran beşer fıtratı ile alâkalıdır. Ve doğrudan doğruya mevcudatın sudur ettiği İlâhî iradeye ulaşır. Bu irade sahibinin birliğini, yalnız ve yalnız ona ibadet edilmesi gerektiğini ifade eder. Bu ahid ademoğullarının “soyundan” alınmış olan ahittir. Ki biz tefsirimizde bu görüşü benimsemiş idik. İşte ta o noktaya kadar dayanır eskiliği. Yenidir; iman ahdini ve anlaşmasını yeniden yapmak üzere değil, eski ahdi yenilemek üzere gönderilmiş olan peygamberlere dayanır. Her gelen peygamber bu ahdi yenilemiş, daha mufassal olarak izah etmiş ve zaruri gereklerini açıklamıştır. Allah’tan başkasının emirlerine değil sadece Allah’ın emirlerine uymanın bu ahdin gereği olduğunu, bunun yanı sıra doğru hareket ve salih amel işlemek gerektiğini yalnız ve yalnız bu ahdin ve sözleşmenin sahibi olan Allah’a dayanmak, yönelmek icap ettiğini belirtmiştir. ************************* http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ***************************** İşte bütün beşeri ahidler ve anlaşmalar bu İlâhî ahde ve anlaşmaya dayanır. Gerek peygamberlerle anlaşmak olsun, gerek insanlarla, gerek yakınlarla anlaşma olsun gerek uzaktakilerle, gerek fertlerle, gerek cemiyetlerle yapılan anlaşmalara riayet olsun hep bu birinci ahde dayanır. Ona riayet edenler diğer ahidlere riayetsizlik göstermezler. Zira ilk ahde riayet edene, diğer ahidlere riayet etmek te farzdır. îlk anlaşmanın şartlarını yerine getirenler insanlar arası andlaşmalarda icabeden her şeyi yerine getirirler. Çünkü ilk anlaşmaya sadık kalmakla diğer anlaşmalara da sadakat göstermek gerektiğini bilirler. Bütün hayat yapısı bu ilk ve ana kaideye dayanır. Ve bu kaideyi de Allahüteâlâ bir kaç kelime ile beyan etmektedir: 21 — Ve onlar ki Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan ürkerler.”... Kısaca, hepsi bu kadar.. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Yani Allah’ın emirlerine tam olarak itaat ederler ve onun koyduğu kanunların bir adım dışına çıkmazlar. Sağa sola sapmazlar. Döneklik yapmazlar. Zaten bunun için mesele özet olarak belirtilmiş ve Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeylerin tafsilatına geçilmemiştir. Çünkü bunların tafsilatı oldukça uzun sürer. Zaten asıl maksat ta bunun tafsilatı değildir. Asıl maksat mutlak olarak gidilmesi gereken istikametin belirtilmesidir. Hiç sağa sola sapmaksızın geriye dönmeksizin verilen buyruğa tamamen itaat etmektir.1-dot
3 Fotoğraf3 Fotoğraf
19 — Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen hiç köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar. 20 — Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar. 21 — Ve onlar ki Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan ürkerler. 22 — Ve onlar ki, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarfederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı. 23 — Adn cennetleridir. Oraya girerler. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip, *********** http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/cennet-garanti-belgesi.html ****************************** 24 — “Sabrettiğiniz için selam size. Ne güzel karşılığıdır burası dünyanın.” derler. 25 — Anlaştıktan sonra Allah’ın ahdini bozanlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara. Ve yurtların en kötüsü onlarındır. 26 — Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki dünya hayatı âhiretin yanında sadece bir geçimlikten ibarettir. 27 — Küfredenler dediler ki: “Rabbinden kendisine bir âyet indirilmeli değil miydi?” De ki: “Allah dileyeni saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir.” 28 — Onlar ki inanmışlardır. Ve Allah’ı anmakla kalbleri huzura kavuşmuştur. Dikkatli olun kalbler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur. 29 — İnanmış olup sâlih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır. 30 — İşte böyle, sana vahyettiğimizi okuman için seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik. Onlar Rahman’ı inkâr ederler. De ki: “O, benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na tevekkül ederim. Dönüşüm de O’nadır.” 31 — Şayet Kuran ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı kâfirler yine inanmazlardı. Halbuki bütün işler Allah’a aittir. Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirildi gerçeğini inananların aklı kesmedi mi? Ve hâlâ işlediklerinden dolayı küfredenlerin ya başına veya evlerinin yakınına Allah'ın vaadi yerine gelene kadar bir bela gelir. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz. 32— Andolsun ki, sizden önce de nice peygamberlerle istihza edilmişti. Küfredenleri önce tehir ettim, sonra cezalarını verdim. Cezalandırmam nasıldı? 33 — Her kesin yaptığını gözeten Allah bir olur mu hiç? Onlar Allah’a ortak koştular. De ki: “Onlara bir ad bulun bakalım. Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Küfredenlere kurdukları düzenler güzel gösterildi. Ve doğru yoldan alıkonuldular. Ve Allah kimi saptırırsa ona doğru yolu gösteren bulunmaz. 34 — Onlara dünya hayatında azap vardır. Âhiret azabı ise daha zorludur. Allah’a karşı onları koruyacak kimse de yoktur. 35 — Müttakilere vaadolunan cennetin içinden ırmaklar akar. Oranın yiyecekleri süreklidir, gölgeleri de. Bu, Allah’tan sakınanların mükâfatıdır. Kâfirlerin cezası ise ateştir. 36 — Kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde de onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: “Ben ancak Allah’a kulluk etmek ve ona şirk koşmamakla emrolundum. Hepinizi O’na çağırıyorum ve dönüşüm O’nadır. *************************** http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/okuogrenistikametini-belirle-akide.html ***************************************** 37 — İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen bilgiden sonra onların heveslerine uyarsan andolsun ki, Allah katından sana bir dost ve koruyucu çıkmaz. 38 — Adolsun ki senden önce nice peygamberler gönderdik. Onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah izni olmadan hiç bir peygamber bir âyet getiremez. Herkesin müddeti yazılıdır. 39 — Allah dilediğini siler. Dilediğini bırakır. Ve ana kitap 0’-nun katındadır. 40 — Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana göstersek te, senin canını alsak ta senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap görmekse bize düşer. 41 — Görmüyorlar mı ki biz yeryüzünün etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Allah hükmünü verir. O’nun hükmünü bozacak yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir. 42 — Onlardan. öncekiler düzen kurdular. Halbuki bütün düzenler Allah’ındır. Her kesin ne kazandığını bilir. Küfredenler yurdun sonunun kimin olacağını bilecektir. 43 — Küfredenler: “Sen peygamber değilsin.” derler. De ki: “Benimle şirin aranızda şahit olarak Allah yeter. Ve kitabın bilgisi yanında olanlar.” Bilinmezlikler âleminde, ruhun enginliklerinde ve kâinatın ufuklarında — surenin birinci bölümünde anlatılan — korkunç ve dehşet dolu sahneleri müteakiben ikinci bölümde aklî ve vicdanî temaslar yer alıyor, ince ve derin tasvirlere girişiliyor, vahiy ve risalet, tevhid ve şirk mevzuu etrafında açıklamalarda bulunuluyor. Deliller talep edip gelecek azabın çabucak gelmesine dair isteklerine cevap veriliyor... Aslında bu açıklamalar sûrenin izahını hedef aldığı ana mevzu ile ilgili yeni bir temaşa mahiyetindedir. Bu temaşa iman ile küfrün tabiatını açıklayan bir ifade ile başlıyor. İmanın ilmi ifade ettiği, küfrün ise körlük ve cehalet mânasına geldiği bildiriliyor. Sonra mü’minlerle kâfirlerin tabiatleri ve ayırıcı vasıfları beyan ediliyor. Bunu müteakiben gelen ifadede ise bir kıyamet sahnesi yer alıyor. Bu sahnede mü’minlerin ulaşacakları nimetlerle kâfirlerin görecekleri azaplar gözler önüne seriliyor. Bir ara rızık mevzuuna temas ediliyor ve bunun Allah’ın takdir ve ölçüsüne bağlı olduğu belirtiliyor. Sonra Allah’ı anan ve O’na güvenen inanmış gönüllerle bir seyahat yapılıyor. Ve bu arada Kur anın nitelikleri beyan ediliyor, onunla dağların yürütülmesi, yeryüzünün parçalamak gayesine mebnidir. Birinci bölümdeki balyoz darbelerinden sa da olsa kâfirlerin başına veya yurdlarının yakınına gelecek belaya temas ediliyor ve hemen uydurma tanrılar konusundaki gülünç tartışmalara geçiliyor. Geçmişlerin başından geçen felaketlere temasdan sonra zaman zaman kısaltılan yeryüzünün çevresiyle ilgili malumat veriliyor. Ve bütün bunlar; sonunda peygamberin peygamberliğini tekzip edenlerin korkunç âkıbetleriyle başbaşa bırakılacaklarına dair bir tehdit ile nihayete eriyor. Buradan da anlaşılıyor ki; sûrenin birinci bölümünde yeralan ve Ustüste gelen balyoz gibi tesirli ifadeler ikinci bölümde yeralacak mesele ve konulara hazırlık mahiyetinde olup, zihinleri buna hazırlamak gayesine mebnidir. Birinci bölümdeki balyos darbelerinden nonra ruhlar artık bu emirleri almaya hazır vaziyettedir. Ve böylece sûrenin iki bölümü arasında tam bir uygunluk sağlanmaktadır Her bölümün ayrı bir tesiri ve darbesi var insan hissinde. Ama her iki bölüm de aynı hedeflere vuruyor ve aynı gayeleri belirtmek istiyor. VAHİY MESELESİ Birinci mesele vahiy meselesidir. Sûrenin giriş kısmında bu noktaya temas edilmişti ama şimdi yeni bir üslûp ve ifade ile temas ediliyor: 19 — Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen hiç köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.”... Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilenin mukabili bilmeyen değildir. Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilmeyenin mukabili kör olandır. Hayret verici bir üslûp bu. Kalblerin derinliklerine iniyor ve bütün çizgileri ana işaretleriyle birlikte ayırdediyor. Bizatihi hakkın kendisidir bu. Mübalağalı ve fazla gösterilen hiç bir yanı yok. Tahrife asla uğramamış. Binaenaleyh bu apaçık ve büyük gerçeği göstermeyen tek şey körlüktür. Kör olandan başka herkes bilir bu apaçık hakikati. Bu büyük hakikat karşısında insanlar iki sınıftırlar: I — Görenler ki bunlar o gerçeği de bilirler. II— Körler ki bunlar asla görmezler o gerçeği. Buradaki körlük manevî olup basiretin kapanması anlamınadır. İdrâk kabiliyetinin sönüp, kalbin bütün noktalarının kapanıp, ruhlara giden marifet parıltılarının sönmesi ve asıl aydınlık kaynağı olan menba ile alâkalarını kesmesidir... “Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.”... Anlayan kafaları, idrâkeden zihinleri olanlar ancak bu gerçeği görür ve ondan ibret alırlar. Delâlet ettiği mânayı düşünerek uyanırlar. İşte bu düşünen akıl sahiplerinin vasıfları: 20 — Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar.”... Allah'ın ahdi terimi umumîdir. Her türlü ahdi içine alır. Anlaşma da böyle. Bütün anlaşmalan ihtiva eder. Bütün ahidlerin dayandığı en büyük ahid hiç şüphe yoktur ki Allah’a verilen iman ahdidir. Bütün anlaşmaların dayandığı temel nokta bu imanın gereği olan şeyleri yerine getirerek anlaşmanın şartlarına riayet etmektir. İman ahdi hem çok eski hem de çok yenidir. Eskidir, ta bütün mevcudatı saran beşer fıtratı ile alâkalıdır. Ve doğrudan doğruya mevcudatın sudur ettiği İlâhî iradeye ulaşır. Bu irade sahibinin birliğini, yalnız ve yalnız ona ibadet edilmesi gerektiğini ifade eder. Bu ahid ademoğullarının “soyundan” alınmış olan ahittir. Ki biz tefsirimizde bu görüşü benimsemiş idik. İşte ta o noktaya kadar dayanır eskiliği. Yenidir; iman ahdini ve anlaşmasını yeniden yapmak üzere değil, eski ahdi yenilemek üzere gönderilmiş olan peygamberlere dayanır. Her gelen peygamber bu ahdi yenilemiş, daha mufassal olarak izah etmiş ve zaruri gereklerini açıklamıştır. Allah’tan başkasının emirlerine değil sadece Allah’ın emirlerine uymanın bu ahdin gereği olduğunu, bunun yanı sıra doğru hareket ve salih amel işlemek gerektiğini yalnız ve yalnız bu ahdin ve sözleşmenin sahibi olan Allah’a dayanmak, yönelmek icap ettiğini belirtmiştir. ************************* http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ***************************** İşte bütün beşeri ahidler ve anlaşmalar bu İlâhî ahde ve anlaşmaya dayanır. Gerek peygamberlerle anlaşmak olsun, gerek insanlarla, gerek yakınlarla anlaşma olsun gerek uzaktakilerle, gerek fertlerle, gerek cemiyetlerle yapılan anlaşmalara riayet olsun hep bu birinci ahde dayanır. Ona riayet edenler diğer ahidlere riayetsizlik göstermezler. Zira ilk ahde riayet edene, diğer ahidlere riayet etmek te farzdır. îlk anlaşmanın şartlarını yerine getirenler insanlar arası andlaşmalarda icabeden her şeyi yerine getirirler. Çünkü ilk anlaşmaya sadık kalmakla diğer anlaşmalara da sadakat göstermek gerektiğini bilirler. Bütün hayat yapısı bu ilk ve ana kaideye dayanır. Ve bu kaideyi de Allahüteâlâ bir kaç kelime ile beyan etmektedir: 21 — Ve onlar ki Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan ürkerler.”... Kısaca, hepsi bu kadar.. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Yani Allah’ın emirlerine tam olarak itaat ederler ve onun koyduğu kanunların bir adım dışına çıkmazlar. Sağa sola sapmazlar. Döneklik yapmazlar. Zaten bunun için mesele özet olarak belirtilmiş ve Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeylerin tafsilatına geçilmemiştir. Çünkü bunların tafsilatı oldukça uzun sürer. Zaten asıl maksat ta bunun tafsilatı değildir. Asıl maksat mutlak olarak gidilmesi gereken istikametin belirtilmesidir. Hiç sağa sola sapmaksızın geriye dönmeksizin verilen buyruğa tamamen itaat etmektir.
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
BULANIK,SİSLİ,KAOSLU BİR BAKIŞ AÇISI. Sâdece laf ile “îman ettim” demekle “îman etmedim” demek arasında ne fark var?. Meselâ birisi oturup duruyorken kendisine iki kez üst-üste “îman ediyor musun” yada “inanıyor musun” diye sorulsa; adam oturduğu yerden hiç kımıldamadan, ilk sorulduğunda “inanıyorum”; ikinci sorulduğunda ise “inanmıyorum” dese ne fark eder?. İnanıyor musun?, İnanıyorum; inanıyor musun?, inanmıyorum.. Küçük bir ses değişimi var sâdece: İnan(m)ıyorum. Fakat “namaz kılıyor musun, oruç tutuyor musun, zekat-infâk veriyor musun, fâiz alıyor musun, zinâ yapıyor musun?” soruları öyle değildir. Bunlar pratiğin sorularıdır. Îmânın dışa vurumunun bir sorgulanmasıdır. O hâlde îman, “oturulup durulan yerde olup-olmadığı bilinmeyecek olan”dır. İsterse karşıdaki kişi çok veciz ifâdelerle îmandan bahsediyor olsun yine de fark etmez. Îmânın bilgisi îman değildir zâten. Kişinin îman ettiğini söylemesi değildir önemli olan, ne yapıp-yapmadığıdır. Îman kişiyi yerinde hareketsiz oturtmaz. Îman “âhirete-gayba îmandır” zîrâ. Bir sorumluluk yükler îman kişiye. Îman, “seviyor sevmiyor” der gibi “inanıyor inanmıyor” demekle belli olmaz. Azim-gayret-kararlılık vs. ile olur. Esas îman “âhirete îmandır” ve inanç, îman değildir. O hâlde îmânın bir bedeli vardır ve îman “bedeli olan”dır. Bedeli olmayan şeye îman değil, “inanç” denebilir. *** HEDEFE VARMAK İÇİN ŞU NET BAKIŞ AÇISI OLMASI LAZIM. Yaratıcı ve son peygamberine inandığını söyleyen kişi Müslüman olur ve cenneti kazanır.(onay ve ret meselesidir) (Müslüman kalabilmesi için Muhammedin Allah tarifini bilmesi lazım) http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb Not;İnsandaki özellik gereği,insan daha iyisini elde etmek ister.onun için karıyerini mevkisini yükseltmek için kurandaki diğer şartları yerine getirir. http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/cennet-garanti-belgesi.html1-dot
EVET DEMEZSEM, HAYIR MI DEMİŞ OLURUM?1-dot
Fakat ne “Evet” diyenler ne de “Hayır” diyenler asla kazanamayacakları bir seçim yarışına girmiş durumdalar. Üstelik farkında bile değiller. ** Lakin düşünmezler mi ki; insan kendisi hakkında karar verme/hüküm koyma hakkını ve yetkisini Allah’tan başkasına verdiği anda zaten kaybetmiştir! Bu makama talip olanlarda destek olanlar da kaybetmiştir! Allah’ın huzurunda kesin bir kaybediş sizlere kazanç gibi mi görünüyor?BağlantıBaşta da söylemiştik hayatımız seçimlerimizin toplamından ibarettir. Bu açıdan “EVET” ya da “HAYIR” diyenler kendileri için dünyada ‘’farklı’’ olsa da ahirette ‘’aynı’’  akıbeti doğuracak bir seçim…
Ey insanoğlu..Üç kuruşluk hesabın sağlamasını yapıpta en önemli olan ebedi hayatın sağlamasını sana yaptırmayan ne ?
Kötü hesap yapmaktadır onlar ve onların varacağı yer cehennemdir. Ne kötü beşik ve ne kötü duraktır cehennem... https://t.co/fmHV6gu3Ss https://t.co/VCPZKDlRj6BağlantıÜç kuruşluk hesabın sağlamasını yapıp ta en önemli olan ebedi hayatın sağlamasını sana yaptırmayan ne ? Bir sağlama yap bak bakalım ha...
Ki bu adamlar ikisini birbirine benzetmektedirler de hangisinin Allah’ın yarattığı hangisinin putların yarattığı olduğunu şaşırmakta ve o yüzden bu putlara tapınmaktadırlar?... Şayet durum böyle olsaydı o takdirde onları mazur saymak icap ederdi, putlara tapınmakta. O takdirde bunların tapındıklarının da Allah’a benzeyen sıfatları ve yanları olurdu da bu yanılmaları mazur kabul edilebilirdi. Bir mabuda tapınmaya lâyık kılan husus sadece yaratmadır. Yaratıcı olmayan bir mabuda tapınmamakta hiç bir endişe söz konusu olmaz. Çok acı bir alay değil mi bir topluluğun Allah’ın yarattığı her şeyi görüp te tapındıkları ilâhların hiç bir şey yaratmadığını anlayıp ta, yaratamıyacağını ve yaratıcılık vasfına sahip olamıyacağını öğrenip te, yine de onlara tapınmaya devam ederek şirk koşması... O tapındıkları şeyler de ne yazık ki yaratılmış bulunuyorlar Allah tarafından. Bundan daha aşağı ve basit düşünce derecesi ve basamağı bulma mümkün değildir... Bu acı istihzadan ve alaylı sualden sonra tartışma ve münakaşa mevzuu dahi olamıyacak gerçekler açıkça belirtiliyor: “De ki: “Her şeyi yaratan Allah’tır. O, bir tektir, her şeye üstün gelir.”... Yalnız ve yalnız O’dur yaratan. Tek başınadır yaratıcılıkta. Hâkimiyetin en son noktası olan kahır ve üstünlükte de tektir O. Böylece Allah’a şirk koşulan putlar meselesi baştan göklerde ve yerde bulunanların ister istemez O’na itaati ile başlayan ve göklerde ve yerde bulunan her şeyin emrine boyun eğmesi ve üstünlüğünü kabul etmesiyle biten bir çerçeve tarafından sarılıyor. Daha önce de korkarak veya ümit ederek yapılan hamd, teşbih, gökgürültüsü, yağmur ve şimşek söz konusu edilmişti. Hangi kalbdir ki bu dehşete rağmen ürpermez ve diretir. Ya kör olmalıdır ki bütünü ile karanlıklarda yaşayıp yok olmaya hak kazanmalıdır veya imana gelmelidir... Bu vadideki bahsimizi tamamlamadan önce âyeti kerimenin üslûbunda dikkate alman karşılıklı hususiyetler üzerinde durmak istiyoruz. Korku ile ümit, çakan şimşek ve yağmur yüklü bulut, (buradaki ( Jı*y ) kelimesi suya işaret ettiği gibi karşılık itibariyle hafiften çakan şimşeğe de tekabül eder.) Gök gürültüsünün hamd ile teşbihi ve meleklerin korku üe teşbihi arasındaki karşılık Hakkın daveti ile boşa giden bâtıla davet... Göklerle yer... Ve her ikisinde bulunan varlıkların secde etmesi... Şahıslar ve gölgeler... Sabahlar ve akşamlar... Görenler ve görmeyenler... Karanlıklar ve aydınlıklar... Üstün yaratıcı ve yaratma gücüne mâlik olmayan uydurma tanrılar... Kendi kendilerine bile faydaları olamıyan ve Allah’a ortak koşulan şeyler... Bütün bunlar arasında son derece uygun bir insicam var... Ayeti kerime böyle bir uygunluk içerisinde kendi üslûbuna has olarak akıp gidiyor. İnce bir dikkat, apaçık ve hayretlere düşüren bir mutabakat içerisinde... HAK VE BÂTIL Âyeti kerime ile biraz daha ilerliyoruz. Başlıyor hak ile bâtıla bir misâl vermeye baki ve ebedî davetle rüzgar gibi akıp giden davete. Doğru yolu gösteren hayırla, şımarıklık örneği şerre. Verilen örnek te üstün ve bir tek olan Allah’ın kuvvetini açıkça gösteriyor. Her şeyi takdir eden yüce yaratıcının tedbir ve inayetini. Bu örnek te daha önce geçen tabiî manzaralar cinsinden bir manzara olmaktan farksız. 17 — Gökten su indirir. Dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya istifade etmek için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer köpük vardır. Böyle misâl verir Allah hak ile bâtıl için. Köpük, uçar gider. İnsanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle, Allah daha nice misâller verir. Derelerden ve vadilerden seller akana kadar gökten yağmur indirme ifadesi gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımla birlikte gelen yağmur yüklü bulutlar havasına uygun bir ifade. Dolayısiyle sûrenin etrafında dönüp dolaştığı hükmi İlâhinin cereyan ettiği koca kâinat manzarasıyle mutabık. Diğer taraftan da bir tek yaratıcı ve üstün gücün kuvvetinin delili. Şu vadilerin belli bir ölçü dairesinde sular akıtması ve her şeyin bir ölçü dairesinde yeterince lüzumlu şeyleri elde etmesi onları yaratan varlığın gücünü, ölçü ve hikmetini dile getirir. Ve işte bu sûre bu gücü ve ölçüyü anlatmaktadır öncelikle... Bu ve o haddizatında Allah’ın misâl vermek istediğinin bir çerçevesidir. Onlar hayatları boyunca hep bu örneklerle karşılaşmaktadırlar ama hiç te uyanmamaktadırlar. Su gökten iner, dereler onunla dolar taşar, üste çıkan köpüğü de sel alır götürür. Derelerden akan suyun yüzünde köpükler belirir ak ak. Çoğu zaman da bu bembeyaz köpükler suyu kaplarlar. Kaynaşır, şişer ve doldururlar yüzünü suyun... Ama yine de köpüktür O. Altında gizlenip akan su vardır, sakin akar, sessiz akar. Ne var ki bu sakinliğine ve sessizliğine rağmen hayır ve bereket taşıyan yine de sudur. Hayat götürür gittiği yerlere. Tıpkı bunun gibi madenler vardır eriyilir, süs eşyası veya faydalı kap kacak yapmak için. Altın olarak gümüş olarak süsler insanları, demir kurşun olarak insanların işlerine yarar. Ama bu güzelim madenler eritilirken zaman olur ki, tortular sarar yüzeyini, göstermez hiç asıl madenleri. Fakat yine de akıp gidecek olan tortulardır kalacak asıl maden... Bu dünya hayatında hak ile bâtıl da bunun gibidir. Zaman olur ki bâtıl şişer, büyür, yükselir ve şişkin şişkin olur, ama bir köpükten farkı yoktur onun. Nihayet bir tortudur. Çok geçmeden atılır bir kenara veya şişkinliği iner ve uçup gider. Aslına bakılacak olursa arasında bağlantı yoktur. Hak ise her zaman sakindir, sessizdir. Bazı kimseler hakkın bu sakinliğine ve sessizliğine bakarlar da onun silinip gittiğini, yok olup eridiğini sanırlar. Ama yeryüzünde devamlı olarak kalacak olan odur. insanlara faydalı olan. ‘"İşte böyle, Allah daha nice örnek verir.”... Böyle belirtir ibadetlerin ve duâların neticelerini. Böyle kesinleştirir sözlerin ve işlerin sonucunu. O Allah’tır, üstündür, bir ve tektir. Kâinatı idare eder, hayatı yürütür gizli açık her şeyi bilir. Hakkı bâtılı, gideni ve gitmeyeni hepsini en iyi bilen O’dur. Allah’a icabet edenlere en güzel karşılık vardır. Allah'ın davetine icabet etmeyenler ise yeryüzünün dolusu mülke sahip olsalar ve bir o kadar da daha olsa onu harcasalar yine de korku ve dehşete kapılmaktan kurtulamazlar. Zaten buna güçleri yetecek te değildir ya. Kötü hesap yapmaktadır onlar ve onlann varacağı yer cehennemdir. Ne kötü beşik ve ne kötü duraktır cehennem... ************************** http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/05/ey-insanoglu.html ****************************************************** 18 — Rablerine icabet edenlere en güzel karşılık vardır. O’na icabet etmeyenler ise, şayet yeryüzünde bulunan her şey ve daha bir katı onların olsa kurtulmak için onu fidye verirlerdi İşte onlarındır hesabın kötüsü. Varacakları yer cehennemdir ve ne kötü konaktır. Allah’ın davetine uyanlara mukabil, davetine uymayanlar bulunuyor. En güzel karşılıklar en kötü azaplara tekabül ediyor. Cehennemin mukabili de kötü konaktır... Sûrenin o kendisine has üslûbu ve ifade üslûbundaki birlik içerisinde son derece üstün bir mutabakat sağlanıyor...1-dot
2 Fotoğraf2 Fotoğraf
1 — Elif, Lâm, Mim, Ra. Bunlar kitabın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen ancak haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar. **************************** ( Peki şimdi yapsınlar şimdi teknik bir çağdayız her şey eloktronik çoğu şeyi harflerin ve rakamların karışımından yapıyor proğram yapıcıları. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ) **************** 2 Allah O’dur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltmiştir. Sonra arşa hükmetmiş, güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Bunların herbiri belli bir süreye kadar hareket edecektir. İşleri yürütür, Rabbinizle karşılaşacağınıza kesin olarak inanmanız için âyetleri uzun uzun açıklar. 3 — O’dur yeri düzleyen ve orada dağlar, nehirler vareden, her türlü mahsûlden çift çift yetiştiren ve gündüzü geceyle bürüyen. Şüphesiz ki bunlarda düşünen kimseler için ibretler vardır. 4 — Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler ve hurma ağaçları vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onları birbirinden farklı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda düşünenler için ibretler vardır. 5 — Şaşılacaksa onların: “Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız” demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. işte onlar boyunlarına demir halkalar vurulanlardır. Ve işte onlar cehennemliklerdir. Ebediyyen kalacaklardır orada. ************************ ( Allah kainatı elementlerden yarattığı gibi kuranıda harflerin karışımından yaratmıştır. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/element-nedir-elementin-ozellikleri.html http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/insanin-esya-olusunun-delili.html ) **************************************** 6 — İyilikten önce kötülük isterler senden. Oysa onlardan önce nice ibret alınacak örnekler geçmiştir. Doğrusu insanların zulmetmelerine rağmen Rabbin mağfiret sahibidir. Şüphesiz ki Rabbinin cezalandırması şiddetlidir. 7 — Küfredenler derler ki: “O’na Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?” Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstereni vardır. 8 — Allah her dişinin rahminde ne taşıdığını, rahimlerin ne düşürdüğünü ve ne alıkoyduğunu bilir. O’nun katında her şey bir ölçüye göredir. 9 — Görüleni de, görülmeyeni de bilir. Yücelerin yücesidir O. 10 — Aranızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın hiç fark yoktur. 11 — Ardından ve önünden onu takibedenler vardır. Allah’ın emriyle onu gözetlerler. Şüphesiz ki, bir millet kendini değiştirmedikçe Allah ta onları değiştirmez. Ve Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilemez. Allah’tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz. 12 — O’dur size şimşeği gösteren, korku ve ümide düşürmek için. Ve yağmurla yüklü bulutları meydana getiren. 13 — Gök gürlemesi hamd ile, melekler de korku ile O’nu teşbih eder. Onlar son derece kuvvetli olan Allah hakkında tartışırken yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. 14 — Hakka davet eden ancak O’dur. O’ndan başka taptıkları kendilerine hiç bir cevap veremezler. Durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış kimsenin durumu gibidir. Ve o hiç bir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle boşunadır. 15 — Göklerde ve yerdeki kimseler de, gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah’a secde ederler. 16 — De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır.” de “Yoksa O’nu bırakıp kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz? de. De ki: “Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” Yoksa Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: “Her şeyi yaratan Allah’tır. O, bir tektir, her şeye üstün gelir.” 17 — Gökten su indirir. Dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya istifade etmek için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer köpük vardır. Böyle misâl verir Allah hak ile bâtıl için. Köpük, uçar gider. İnsanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle, Allah daha nice misâller verir. 18 — Rablerine icabet edenlere en güzel karşılık vardır. O’na icabet etmeyenler ise, şayet yeryüzünde bulunan her şey ve daha bir katı onların olsa kurtulmak için onu fidye verirlerdi. İşte onlarındır hesabın kötüsü. Varacakları yer cehennemdir ve ne kötü konaktır”... Sûrei celile umumî bir akide meselesiyle ve dâvasiyle başlıyor. Bu kitabın bir vahiy eseri olarak indirilişi ve hak oluşu meselesiyle. Bu ana mesele aslında Allah’ın birliği, öldükten sonra dirilmeye iman ve hayatta faydalı amel işlemek gibi diğer meselelerin başı sayılır. Haddizatında bütün bunlar bu kitabın Allah tarafından vahyedilmiş olmasına istinat eder. Bu Allah’ın emrettiği gerçeğinin bir devamı mahiyetindedir. 1 — Elif, Lam, Mim, Ra. Bunlar kitabın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen ancak haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar.”... Elif... Lam... Mim... Ra... “Bunlar kitabın âyetleridir.”... Bu Kur’an’ın âyetleridir. Veya bunlar o kitaba delildirler ki, o Allah nezdinden inzal buyurulmuş bir vahiydir. Çünkü o kitabın bu harflerden meydana gelmiş olması onun Allah tarafından vahyedilmiş olduğuna işarettir. Kim olursa olsun hiç bir varlık onu meydana getirecek güçte değildir... **************************** ( Peki şimdi yapsınlar şimdi teknik bir çağdayız her şey eloktronik çoğu şeyi harflerin ve rakamların karışımından yapıyor proğram yapıcıları. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ) **************** “Sana Rabbinden indirilen ancak haktır.”... Yalnız ve yalnız hak. Bâtılın asla sızmadığı halis hak... Şek ve şüphe nedir sirayet etmeyen saf hak. Bu harfler de onun hakkın ta kendisi olduğuna delildir. Bunlar o kitabın Allah nezdinden gelen bir vahiy olduğuna işarettir, Allah nezdinden gelen şey ise olsa olsa şek ve şüphe karışmayan hak olur. “Fakat insanların çoğu inanmazlar.”... Bu kitabın ona vahyedilmiş olduğuna inanmadıkları gibi bu imanın zaruri gereği olan Allah’ın birliği ve O’nun dinine bağlanmak, ölümden sonra dirilmek ve dünyada salih amel işlemek gibi meselelere de inanmazlar...1-dot
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
NİTELİKLİ KÜLTÜR ÜRETİLMİYOR Seküler meşruiyetin müzakere-tartışma dışı tutulduğu bir toplumda, İslami umutlardan söz etmek ucuz romantizmlerden söz etmek anlamını taşır. Hiç bir toplum, hiç bir kültür, ucuz romantizmlere dayanarak ucuz umutlara dayanarak tarih üretemez. Günümüzde, toplumlarımızda, nitelikli kültür üreticilerinin yerini, maalesef, ideoloji, slogan, hamaset üretimi almıştır. Toplumlarımızda kültür, sanki Marksist bir toplumda yaşıyormuşuz gibi, ekonomiye göre ikincil bir konuma havale edilmiştir. Hatta pek çok durumda toplumlarımızda kültürün yeri, ikinci sırayı bile alamamaktadır. Toplumlarımızda farklı kesimler arasında yaşanan iletişimsizlik ve etkileşimsizlik de büyük bir kültürsüzlükle malûl bulunduğumuzu gösterir. İslami bir tarih bilincine sahip olsaydık, İslam toplumlarında yüzyıllar boyunca Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler arasında kültürel geçişlilikler yaşandığını hatırlıyor olacaktık. Sözünü ettiğimiz dönemlerde İslam ve Müslümanlar başkalarına, farklı unsurlara karşı sorumluluk üstlenmekten imtina etmediler. Coğrafya, milliyet ve mezhep gibi sınırları aşamayan bir düşünce-kültür hayatının, düşünce-kültür insanlarının büyük insanlık ailesine hitap edebilecekleri bir dil-içerik üretmeleri beklenemez. BELİRLENMİŞ BİLİNÇ ETKİSİ Günümüz dünyasında, özellikle de Müslüman toplumlarda, dünya olaylarına, tarihsel olaylara, ulus-devlet çıkarları adına icat edilen belirlenmiş bir bilinçle bakılıyor. ‘Belirlenmiş bilinç’, eleştirel olmayan kabullere dayanıyor. Her ülkede, belirlenmiş bilinç, icat edilen geleneklerle güçlendiriliyor. Modern dünyada ise, halklar, daha çok ideolojilerin, ırkçı / süpremasist bakış açılarının belirlediği bilinçle olayları değerlendiriyor. Olaylara belirlenmiş bilinçle baktığımızda, adalet duygusunu yitiriyoruz. Durum böyle olunca da, hayatlarımızı sözde farkındalıklarla, sözde tanıklıklarla geçirmiş oluyoruz. Belirlenmiş bilinç sebebiyle adalet duygusunu yitirdiğimiz için, kimi isimleri, kimi akımları, kimi hareketleri ya sorgusuz sualsiz göklere çıkarıyor, ya da tam tersi yerden yere vuruyoruz. Belirlenmiş bilincin etkili olduğu toplumlarda, eleştirel dilin ve üslubun taşıdığı ‘riskler’ genel olarak bilindiği için, hiç bir düşünce-kültür insanı hakim bir ses-vicdan olmayı başaramıyor, kamusal etki uyandırabilecek sorumluluklar alamıyor. Belirlenmiş bilinç; yani bağımlı, yönlendirilebilir, kontrol edilebilir, azaltılabilir / çoğaltılabilir bilinç, bireyleri olduğu kadar kitleleri de çıkar gözetmeyen amaçlara, değerlere ve ilişkilere yabancılaştırıyor. Bu durumda, herkes bireysel öznelliklerini öne çıkarmaktan, bunları yüceltmekten çekinmiyor. *** BU DURUMUN BU HALİN DÜZELMESİ İÇİN TEK ÇARE ŞU FİKİR BU BAKIŞ AÇISI.... *EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları.1-dot
Ve o anda sanki ruh bir duygu, bir manzara, bir aydınlık bir parlaklık hâlesi içinde şehrayin yapmakta bir meşher içinde kaynaşmaktadır. Ufuklardan kâinatlara kadar, âlemlerden zamanlara kadar çepeçevre sarar bu şehrayin insan kalbini. Bir duyarlık içindedir o anda kalbimiz, bir uyanıklık içindedir, bir aydınlık, bir basiret bir dile gelmez duygu ummanındadır. Ve çevresinde binbir türlü işaretler ve tablolar çevrilip durmaktadır. ı Bu âyetler bir ses ve ifadeden ibaret lâfızlar değildir... Her kelimesi bir taş gibi indiği yere kuvvetli izler bırakır. Şekilleri vardır, manzaraları vardır, tabloları, işaretleri vardır ve kendisine has bir musikisi vardır... Her tarafa yayılmış, etrafta gizlenmiş vicdanlara dokunan temasları vardır... * Bu sûrenin ana mevzuu diğer M e k k î sûreler gibi — ki aşağı yukarı hepsi de aynıdır— akide mevzuu ve akideyle ilgili dâvalardır. ** Allah’ın birliği, rubûbiyetin tekliği, dünya ve âhirette bağlanılacak Allah dininin yegâneliğidir. Dolayısıvle vahiy ve öldükten sonra dirilmek hususudur. Ve buna benzer konular... Bütün M e k k i sûrelerde mevzu aynı olmakla beraber her sûrede tekerrür eden anlatılış tarzı aynı değildir. Diğer Medenî sûrelerde de durum aynıdır. Her sûre her seferinde aynı konuyu bir başka yönüyle ve bir başka şekilde anlatır. Hem de yepyeni olarak. Tonu yeni, ifade ve üslûbu yeni, ima ve işaretleri yenidir... Kısacası her şeyiyle yepyeni bir şekilde anlatır. Şüphesiz bu meseleler anlatılırken donuk bir tartışma üslûbu içinde söylenilip geçilen ifade ve kelimelerle anlatılmaz. Her hangi bir nazari mesele gibi anlatılıp geçilmez hemen. O konu çepeçevre ele alınır. Etrafta bulunan kâinatıyle birlikte, kainat içerisindeki varlıklarıyle birlikte dile gelir konu. Hepsi hepsi birer delildir ileri sürülen konu için. Bütün mahlukatı ve tuhaf varlıklarıyla açık duran insan idrâkine bir delil olarak sunulur çepeçevre saran kâinat. Bitmek tükenmek nedir bilmez bu ibretengiz şeyler. Ciddiyeti sönmez hiç bir zaman için. Çünkü her gün yeni yepyeni bir şekilde serilir gözler önüne. Ve her gün daha önce kavranılmayan noktalarından bir nokta çıkar meydana. Daha önce keşfedilmiş olan hususlarda bu yeni bulunanlarla birlikte yepyeni olarak çıkar karşımıza. Böylece de o ibret verici meseleler koca kâinat panayırında bitmek tükenmek bilmeyen ve eskimeyen, pörsümeyen hayat meşherinde her an yepyeni olarak kalır... Bu sûre insan kalbini değişik sahalarda dolaştırıyor, ufuklardan geçiriyor derinliklere ve buudlara daldırıyor. Kâinatın bir çok çekici sahalarında gezdiriyor. Direksiz olarak yücelere gerilmiş göklerde, belirli bir süreye kadar durmadan dönüp dolaşan güneşte ve ayda, gündüzü kaplayan gecede, geceyi takipeden gündüzde, upuzun serilmiş yeryüzünde, direkler gibi yerinden kımıldamayan dağlarda, akıp, giden nehirlerde, bahçelerde, ekinlerde, muhtelif şekilde meyve veren hurmalıklarda, değişik değişik tattaki yemeklerde, birbirine komşu toprak parçalarında, aynı kaynaktan beslenen, aynı su ile sulanan yerlerde gezindirip durmaktadır... Korku ve ümide düşüren şimşekte, Hakteâlâyı hamdile teşbih eden yıldırımda, gök gürültüsünde, korku ve huşu içinde ibadet eden meleklerde Allah'ın dilediğine isabet ettirdiği şimşeklerde, rahmet yüklü bulutlarda, vadiler boyunca akıp giden yağmurlarda, uçup giden köpüklerde ve insanların faydalanması için yeryüzünde kalan faydalı şeylerde birer birer gezdirmektedir... Nereye dönse, ne yana baksa ilişip durmaktadır insan kalbine,Allah’ın açıklayıcı, şümullü ve geçerli bilgisi sayesinde ilişivermekte, gelen giden, gizlenen ve açığa çıkan her şeyde kendisini göstermektedir. Her canlı gözetilmekte ve hatırından geçen, zihnine takılan her şey bilinmektedir... Tahminlerin ulaşamadığı gizli gayb âlemi apaçıktır Allah'ın ilmi karşısında. Bir dişinin taşıdığının ne olduğunu, rahimlerde artan ve eksilen şeyi hepsini hepsini bilir Allah'ın ilmi ezelisi. Bu sûre insan idrâkini gizli açık bütünüyle kâinatımızı saran büyük ve yüce kuvvete yaklaştırmaktadır. Görüleni görülmeyeni, derini ve yakını hâsılı kelâm her şeyi kaplayan kuvvete. Bu kadarlık yaklaşmayı tasavvur bile insan idrâki için son derece korkunç ve dehşetengizdir. Titretir kalbleri... Bunların yanısıra bir de canlı tasvirler yer almaktadır ki, hareket ve heyecan dolu sahnelerde gözümüz önüne serilmektedir. Kıyamet sahneleri, azap ve nimet manzaraları ve her ikisinde yer alan ruhi hehelecanlardan tutun da geçmişlerin acı âkıbetlerine, göçüp gitmişlerine gidişlerine kadar Allah’ın değişmez kanunlarına ve onların yok-olup gidişlerine dair düşünceler ve temaslar yer alıyor... • • * Bu açıklamalar sûrenin ihtiva ettiği mevzu ve temel meselelerle ilgili Bunların kâinat içindeki ufukları ve buutlarıyle alâkalı... Geride ise sûrenin dikkat çekici ifade ve üslûp özelliği, san’at hususiyeti kalıyor. Sûrenin bunca meseleleri sergilediği umumî saha ve çerçeve daha önce de belirttiğimiz gibi bizzat kâinattır. Ruhlarda ve kâinatın derin ufuklarında gösterilen manzaralar ve tablolardır. Bu umumî çerçevenin apayrı bir havası var tabiatiyle. Bu havada karşılıklı tabiî manzaralar yer alıyor: Gökler ve yeryüzü. Güneş ve ay, gece ve gündüz. Şahıslar ve gölgeler. Sarp dağlar ve akan nehirler. Uçup giden, durup kalan sular. Birbirine komşu ve muhtelif arazi parçaları. Tek ve çok köklü hurma ağaçları... İşte bunun için bu karşılıklı manzaralar sûre içerisindeki bütün hareketlerde mânalarda ve neticelerde göze çarpıyor. Maddî karşılık ile manevî karşılık birbirine denk bir uygunluk arzediyorlar. Ve sûrenin havası içinde uyuşup gidiyorlar... Bunun için zaten arşa hükmedip güneş ve ayı emre âmâde kılmak yücelmek birbirine denk bir karşılık oluyor. Rahimlerde artanla eksilen birine karşı yer alıyor. Sözünü gizleyenler ile açığa vuranlar aynı karşılıkta yerediyorlar. Geceleyin gizlenen ile gündüzleyin gezen, dolaşan birbirine karşı oluyor. Ümitle korku yıldırımın karşısında yeralıyor. Gök gürültüsünün hamd ile teşbihi meleklerin korka korka teşbihine denk oluyor. Putçulann bâtıl davetinin karşısında Allah’ın hakka daveti yer alıyor. Bilen insan kör insanın karşıtı olarak ortaya çıkıyor. Kur’an ile sevinen kitap ehlinin mukabilinde kitabın bir kısmını inkâr eden ehli kitap yer alıyor. Kitabın bir kısmını yerinde bırakanın karşısında onu silip atan yer alıyor. Kısacası mânalar karşılıklı olarak yer alıyor hareketler karşılıklı olarak... Buna denk olsun diye yönelişler de hep karşılıklı olarak yer alıyor. Bu da bir ifade ve üslûp birliği sağlıyor. İfadenin havasındaki uygunluğu sağlayan bir başka mucize ise şu: Gökten ve yerden, güneşten ve aydan, yıldırımdan ve gök gürültüsünden, şimşekten ve yağmurdan, yeşermekten ve hayattan söz edilen tabiî hava içinde iken rahimlerde gizlenen canlılara geçiliyor ve bunun yanısıra “Rahimlerin ne düşürdüğünü, ne alıkoyduğunu bilir...” deniliyor. Rahimlerin düşürdüğü ile alıkoyduğunu belirten ifade vadileri yarıp geçen sel suyu ile bitkilerin bitmesini belirten ifade arasında güzel bir mutabakat var. Bu da işte bu Kur’an’daki edebî mutabakat şahikalarından bir numune.22 İşte bütün bu sebeplerden dolayı bu sûrei celile karşısında durmak istiyorum. Nitekim daha önce diğer sûrelerin giriş kısmın da bu hususlar üzerinde fazlasıyle durdum. Ama şu cılız ve kısır beşer üslûbumla bu konulara temas etmekten hep çekindim, hep sakındım, fâni, beşerî üslûbumla bu yücelikleri ve şahikaları dile getiremeyip bocalamaktan çok korktum... Ne var ki bu bir nesle yapmak zorunda olduğum vazifemdi... Evet bu Kur’an’ın havasını teneffüs etmemiş ve bu havada bir an olsun yaşamamış olan bahtsız bir nesle karşı yapmam gereken bir vazife... Bu konuda Allah’tan yardım diliyorum...1-dot
2 Fotoğraf2 Fotoğraf
Çok durmuşumdur şu Kur’anı Kerimin âyetleri karşısında. Korkak bir insan gibi kısa ve güçsüz beşer üslûbumla nasıl el atabilirim ona diye. Fâni ve beşeri ifademle onu anlaşılmaz hâle sokmaktan çok çok çekinmişimdir. Bu sûre de bütünüyle — daha önceki E n ’ a m sûresi gibi — tefsir etmek ve açıklamak için el sürmekten korktuğum ve çekindiğim sûreler arasında yer alır. Ama ne yapabilirdim ki, biz öyle bir neslin içinde yaşıyorduk ki, mutlaka bu nesli Kur'an’dan haberdar etmek, onun mahiyetini, tabiatını ve metodunu çeşitli yönlerden bu nesle açıklamak zorunda idik. Uzun zamanlar geçmişti insanların Kur’an’ın nazil olduğu hava içinde yaşamakta uzaklaşmaları üzerinden. Kur’an’ın indiği gaye ve hedefler yitirileli epey vakit olmuştu. Ayrıca bu insanların duygu ve düşüncelerinde Kur’an’ın gerçek mânası kaybolmuş, ıstilahî anlamı yitmiş, pörsümüş, solmuş bir hâl almıştı. Ve bu gün tıpkı Kur'-an’ın inmeye başladığı devrelerdeki cahiliyetler cinsinden bir cahiliyet bataklığı içinde yaşar olmuşlardı, ilk defa bu Kur’an ile harekete girişen nesillerin cahiliyeti yok etmek için giriştikleri hareketin izlerine rastlanmaz olmuştu artık. Halbuki böyle bir harekete katılmadan da bu Kur’an’ın sırlarını çözmek ve anlamak imkân harici idi. Şurasını asla hatırdan uzak tutmamalıdır ki, yerinde oturup duranlar Bu Kur’an’ın «esrarını çözemezler. Ona candan inanarak, gereklerini yerine getirmek üzere karşısında bulunan cahiliyet cemiyetine karşı harekete girişmeyenler hiç bir zaman için Kur’an’ın~~ -mefhumlarını anlayamazlar. Bütün bunlara rağmen bir korku kaplıyor beni, bir dehşet sarıyor ve tiril tiril titretiyor benliğimi bu âyetlerin izahına kalkıştığım zaman... Şu gerçeği açık olark söylemeliyim ki, bu Kur’an’ın doğrudan doğruya benim ruh dünyama yaptığı tesirleri kendi ifade ve üslûbum içinde anlatmam mümkün değildir. Dile getiremem hiç birisini. Bunun için de hep korkunç bir uçurum hissediyorum bu âyetler karşısında duyduğum hislerle bu “Kur’an’ın Gölge’sinde” anlattığım ve dile getirdiğim şeyler arasında. Ve şu anda derinden derine hissediyorum bizim neslimizle bu Kur’an’a ilk muhatap olan nesiler arasındaki büyük farkı ve uçurumu. Doğrusu onlar bilfiil muhatap oluyorlardı bu Kur’anla. Doğrudan doğruya hislerine iniyordu tesiri bu hitabın. Şekil ve izleri, ima ve işaretleri yaşadıkları hayatta gösteriyordu kendisini ve direkt olarak onunla dile geliyordu heyecanları. Hemen ona koşuyor ve ona veriyorlardı kendilerini. Düşüncelerinde yer eden mefhumlarını bizzat hayatlarında yaşamak için onunla karşı koyuyorlardı doğrudan doğruya çevrelerindeki cahiliyete. İşte bunun için kısacık beşeri hayatlarında o fevkelade harikaları tahakkuk ettirmişler ve yeryüzünde meydana getirdikleri büyük inkılâp önce onların kalblerinde, düşüncelerinde ve hayatlarında tahakkuk etmiş sonra da çevrelerinde bulunan insanların hayatına tesir etmiştir. Böylelikle de o günkü dünyanın kaderini değiştirmişlerdi. Yeryüzünün tarihinin gidiş yönünü değiştirmişler ve Allah’ın kendilerini yeryüzüne halife seçerek dünyanın mirasçısı olmalarına hak kazanmışlardı. Hiç bir aracı olmaksızın doğrudan doğruya Kur’an kaynağından besleniyorlardı. Bütün benlikleriyle göz kulak kesilip duygularını onun tesirine veriyorlardı. Onun verdiği sıcaklık, aydınlık ve işaretlerle gelişip olgunlaşıyorlardı. Sonra da Kur’an’ın getirdiği gerçekler, değerler ve düşünceler doğrultusunda keyfiyet kazanıyorlardı... Bize gelince bugün, falan ve filanın kâinat hayat ve değer anlayışına göre şekil veriyoruz kendimize. O bağlandığımız falanca da filanca da fâni birer beşer evladı olan fanilerden başka bir şey değiller... Sonra bir de kalkıyor onların hayatlarında tahakkuk ettirdikleri harikalara ve fevkelade muvaffakiyetlere bakıyor, kendilerini ve çevrelerini nasıl birden bire değiştiriverdiklerini görüyor ve onları, kendi kısır mantık ölçülerimizle değerlendirmeye kalkışıyoruz. Düşüncesini değer ölçüsünü ve hayat görüşünü başka başka kaynaklardan alan kendi düşüncemize, değer ölçümüze ve hayat görüşümüze göre izah etmeye kalkışıyoruz. Bunun için de şüphesiz yanılıyoruz. Sebepleri izah etmekte, âmilleri açıklamakta ve neticeleri belirlemekte yanlış ölçülere başvuruyoruz. Halbuki onlar bambaşka yaratıklardı, onlar Kur’an tarafından varedilmiş eşsiz varlıklardı... Bu “Kur’an’ın Gölgesinde” eserimizin kurallarını, asıl hedefleri bizim kaleme aldığımız şu kitabı okumak olmasın. Onu sadece kendilerini biraz daha Kur’an’a yaklaştırması için okusunlar. Sonra doğrudan doğruya Kur’an’a yaklaşsınlar ve onun gerçeklerine uzanarak benim yazdıklarımı bir kenara atsınlar... Ama şunu da unutmasınlar ki, hayatlarını bu Kur’an uğrunda vermedikçe, onun buyruklarını hayatlarında tahakkuk ettirmek için kendilerini feda etmeyi göze almadıkça ve içinde bulundukları cahiliyet cemiyetiyle Kur’an adına ve Kur’an’ın sancağı altında amansız savaşlara girişmedikçe onun mefhumlarını bütünüyle anlayamazlar... BU SÛRE Bu sadet harici sözleri bu sûreyi karşıma alınca çözmek ihtiyacını hissettim. Şu anda bu sûreyi ilk defa okuyormuş gibiyim. Halbuki önceleri kaç kere okumuştum onu ve kaç kere dinlemiştim... Saymak mümkün mü bugün... Ne var ki, bu Kur’an sana, ona kendini verdiğin miktarda kendisini verir... Sen ruhunu ona açtığın miktarda o da sana sırlarını döker, işaretlerini verir, parıltılarını sunar, aydınlıklarını serper ve her defasında yepyeni hissedersiniz onu. Sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibisin onu okurken. Sanki hiç birisini duymamış, işitmemiş ve görmemişsinizdir daha önceleri Bu sûre Kur’an’ın en çok hayretleri üzerine çeken sûrelerinden birisidir. Teneffüs ettirdiği havası itibariyle, verdiği tesirleri itibariyle, yaşanan havası ve başından sonuna kadar serptiği kokusu itibariyle en çok hayretleri mucip olan bir sûredir... İnsan ruhunu birden bire sarar bu hava, bu koku, bu ses muhtelif duygular, heyecanlar, halecanlar manzara ve ışıklarla doldurur hisleri. İnsan ruhunu en derin noktalarından yakalar. Bütün buudlarını birden sarı verir.1-dot
2 Fotoğraf2 Fotoğraf
BEŞİKTEN SOSYAL MEDYAYA KADAR İLİM…1-dot
İlim ve kültür hayatındaki sığlaşma ve kokuşma maalesef günümüz toplumunda da fazlasıyla mevcuttur. Sosyal medya bu sığlaşma ve kokuşmayı hızlandıran ve tüm toplumsal katmanlara yayan bir unsurdur. Ancak burada şöyle bir kritik mesele vardır: Sığlaşma ve kokuşma sosyal medyanın tabiatından mı kaynaklanmaktadır yoksa bu mecra bizdeki sığlığın aynası ve dışarıya yansımasımıdır? Bence sorunun kaynağı sosyal medyanın tabiatından çok, bizim insânî, irfânî ve ahlâkî kalite endeksimizde aranmalıdır. Çünkü insanın içinde ne varsa dışa vurduğu şey de odur. Bu arada, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde…” meselesini de unutmamak lazımdır.BağlantıMalum, dinî kültürümüzde, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” mealinde bir söz vardır. Genellikle hadis diye nakledilen bu özlü söz, bütün bir hayat boyunca ilim peşinde koşulması gerektiğini anla…
KADIN EMNİYETTİR1-dot
Müslüman kadın, İslam şahsiyetini kuşanamamış ise şayet, hangi –sözde- başarıya imza atarsa atsın dünya ve ahret geleceğinde anlamsızdır. “Ayakları üzerinde durmak” tabirinin arkasına saklanan küstah, saygısız, doyumsuz, ailenin kutsallılığını hiçe sayan “eyvallahsız” kadınlar Nebevi öğretinden nasibini almamışlardır. Bundan dolayı aile, toplum ve din böylesi kadınların varlığı ile tehdit altındadır.BağlantıMüslüman kadın, İslam şahsiyetini kuşanamamış ise şayet, hangi –sözde- başarıya imza atarsa atsın dünya ve ahret geleceğinde anlamsızdır. Timetürk/Ayşe Müzeyyen Taşçı  Hira mağarasında kendisine “o…
Çok durmuşumdur şu Kur’anı Kerimin âyetleri karşısında. Korkak bir insan gibi kısa ve güçsüz beşer üslûbumla nasıl el atabilirim ona diye. Fâni ve beşeri ifademle onu anlaşılmaz hâle sokmaktan çok çok çekinmişimdir. Bu sûre de bütünüyle — daha önceki E n ’ a m sûresi gibi — tefsir etmek ve açıklamak için el sürmekten korktuğum ve çekindiğim sûreler arasında yer alır. Ama ne yapabilirdim ki, biz öyle bir neslin içinde yaşıyorduk ki, mutlaka bu nesli Kur'an’dan haberdar etmek, onun mahiyetini, tabiatını ve metodunu çeşitli yönlerden bu nesle açıklamak zorunda idik. Uzun zamanlar geçmişti insanların Kur’an’ın nazil olduğu hava içinde yaşamakta uzaklaşmaları üzerinden. Kur’an’ın indiği gaye ve hedefler yitirileli epey vakit olmuştu. Ayrıca bu insanların duygu ve düşüncelerinde Kur’an’ın gerçek mânası kaybolmuş, ıstilahî anlamı yitmiş, pörsümüş, solmuş bir hâl almıştı. Ve bu gün tıpkı Kur'-an’ın inmeye başladığı devrelerdeki cahiliyetler cinsinden bir cahiliyet bataklığı içinde yaşar olmuşlardı, ilk defa bu Kur’an ile harekete girişen nesillerin cahiliyeti yok etmek için giriştikleri hareketin izlerine rastlanmaz olmuştu artık. Halbuki böyle bir harekete katılmadan da bu Kur’an’ın sırlarını çözmek ve anlamak imkân harici idi. Şurasını asla hatırdan uzak tutmamalıdır ki, yerinde oturup duranlar Bu Kur’an’ın «esrarını çözemezler. Ona candan inanarak, gereklerini yerine getirmek üzere karşısında bulunan cahiliyet cemiyetine karşı harekete girişmeyenler hiç bir zaman için Kur’an’ın~~ -mefhumlarını anlayamazlar. Bütün bunlara rağmen bir korku kaplıyor beni, bir dehşet sarıyor ve tiril tiril titretiyor benliğimi bu âyetlerin izahına kalkıştığım zaman... Şu gerçeği açık olark söylemeliyim ki, bu Kur’an’ın doğrudan doğruya benim ruh dünyama yaptığı tesirleri kendi ifade ve üslûbum içinde anlatmam mümkün değildir. Dile getiremem hiç birisini. Bunun için de hep korkunç bir uçurum hissediyorum bu âyetler karşısında duyduğum hislerle bu “Kur’an’ın Gölge’sinde” anlattığım ve dile getirdiğim şeyler arasında. Ve şu anda derinden derine hissediyorum bizim neslimizle bu Kur’an’a ilk muhatap olan nesiler arasındaki büyük farkı ve uçurumu. Doğrusu onlar bilfiil muhatap oluyorlardı bu Kur’anla. Doğrudan doğruya hislerine iniyordu tesiri bu hitabın. Şekil ve izleri, ima ve işaretleri yaşadıkları hayatta gösteriyordu kendisini ve direkt olarak onunla dile geliyordu heyecanları. Hemen ona koşuyor ve ona veriyorlardı kendilerini. Düşüncelerinde yer eden mefhumlarını bizzat hayatlarında yaşamak için onunla karşı koyuyorlardı doğrudan doğruya çevrelerindeki cahiliyete. İşte bunun için kısacık beşeri hayatlarında o fevkelade harikaları tahakkuk ettirmişler ve yeryüzünde meydana getirdikleri büyük inkılâp önce onların kalblerinde, düşüncelerinde ve hayatlarında tahakkuk etmiş sonra da çevrelerinde bulunan insanların hayatına tesir etmiştir. Böylelikle de o günkü dünyanın kaderini değiştirmişlerdi. Yeryüzünün tarihinin gidiş yönünü değiştirmişler ve Allah’ın kendilerini yeryüzüne halife seçerek dünyanın mirasçısı olmalarına hak kazanmışlardı. Hiç bir aracı olmaksızın doğrudan doğruya Kur’an kaynağından besleniyorlardı. Bütün benlikleriyle göz kulak kesilip duygularını onun tesirine veriyorlardı. Onun verdiği sıcaklık, aydınlık ve işaretlerle gelişip olgunlaşıyorlardı. Sonra da Kur’an’ın getirdiği gerçekler, değerler ve düşünceler doğrultusunda keyfiyet kazanıyorlardı... Bize gelince bugün, falan ve filanın kâinat hayat ve değer anlayışına göre şekil veriyoruz kendimize. O bağlandığımız falanca da filanca da fâni birer beşer evladı olan fanilerden başka bir şey değiller... Sonra bir de kalkıyor onların hayatlarında tahakkuk ettirdikleri harikalara ve fevkelade muvaffakiyetlere bakıyor, kendilerini ve çevrelerini nasıl birden bire değiştiriverdiklerini görüyor ve onları, kendi kısır mantık ölçülerimizle değerlendirmeye kalkışıyoruz. Düşüncesini değer ölçüsünü ve hayat görüşünü başka başka kaynaklardan alan kendi düşüncemize, değer ölçümüze ve hayat görüşümüze göre izah etmeye kalkışıyoruz. Bunun için de şüphesiz yanılıyoruz. Sebepleri izah etmekte, âmilleri açıklamakta ve neticeleri belirlemekte yanlış ölçülere başvuruyoruz. Halbuki onlar bambaşka yaratıklardı, onlar Kur’an tarafından varedilmiş eşsiz varlıklardı... Bu “Kur’an’ın Gölgesinde” eserimizin kurallarını, asıl hedefleri bizim kaleme aldığımız şu kitabı okumak olmasın. Onu sadece kendilerini biraz daha Kur’an’a yaklaştırması için okusunlar. Sonra doğrudan doğruya Kur’an’a yaklaşsınlar ve onun gerçeklerine uzanarak benim yazdıklarımı bir kenara atsınlar... Ama şunu da unutmasınlar ki, hayatlarını bu Kur’an uğrunda vermedikçe, onun buyruklarını hayatlarında tahakkuk ettirmek için kendilerini feda etmeyi göze almadıkça ve içinde bulundukları cahiliyet cemiyetiyle Kur’an adına ve Kur’an’ın sancağı altında amansız savaşlara girişmedikçe onun mefhumlarını bütünüyle anlayamazlar... BU SÛRE Bu sadet harici sözleri bu sûreyi karşıma alınca çözmek ihtiyacını hissettim. Şu anda bu sûreyi ilk defa okuyormuş gibiyim. Halbuki önceleri kaç kere okumuştum onu ve kaç kere dinlemiştim... Saymak mümkün mü bugün... Ne var ki, bu Kur’an sana, ona kendini verdiğin miktarda kendisini verir... Sen ruhunu ona açtığın miktarda o da sana sırlarını döker, işaretlerini verir, parıltılarını sunar, aydınlıklarını serper ve her defasında yepyeni hissedersiniz onu. Sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibisin onu okurken. Sanki hiç birisini duymamış, işitmemiş ve görmemişsinizdir daha önceleri Bu sûre Kur’an’ın en çok hayretleri üzerine çeken sûrelerinden birisidir. Teneffüs ettirdiği havası itibariyle, verdiği tesirleri itibariyle, yaşanan havası ve başından sonuna kadar serptiği kokusu itibariyle en çok hayretleri mucip olan bir sûredir... İnsan ruhunu birden bire sarar bu hava, bu koku, bu ses muhtelif duygular, heyecanlar, halecanlar manzara ve ışıklarla doldurur hisleri. İnsan ruhunu en derin noktalarından yakalar. Bütün buudlarını birden sarı verir.1-dot
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
***DAVA ADAMLARINA**** RESULLERİ HAKKINDA SÜNNETULLAH Bir de Allah’ın koyduğu şeriate geçmiş milletlerin âkıbetlerine dair âyetlere göz atalım... Şüphesiz ki Hz. Muhammed (S.A.) peygamberlerin ilki değildir. Onun getirdiği din de ilk din değil. Geçmiş insanlar arasında Allah’a şirk koşup küfre girenlerin eserleri işte delil olarak meydandadır: 109 — Senden önce kasabalar halkının içinden, şüphesiz, vahyettiğimiz bir takım insanlar gönderdik, yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu görsünler? Âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hayırlıdır. Hâlâ anlamıyor musunuz? Geçmişlerin bıraktığı şeylere baktıkça insanın kalbi titriyor. Evet, kendini dünyanın hâkimi sanan cebbarların kalbini dahi titretiyor bu manzara. Onlar da hareket halindeydiler. Onların da düşünceleri, fikirleri, faaliyetleri vardı. Geride bıraktıkları şu mekânlara girip çıkıyorlardı. Korktular, sevindiler, ihtirasa düştüler, ümitlendiler. .. Sonra, sonsuz bir hareketsizlik geldi başlarına. Ne his ne hareket!. Eserleri yerle bir olmuş! Fânilik her şeylerini yutmuş! Duygu ve düşünceleri, kendilerine has vasıfları, fikirleri, hâl ve hareketleri, dış ve iç dünyaları bütünüyle yok olmuş!.. Zihinlerimizde mâziye bir pencere açıp bunları tefekkür ettiğimiz zaman insanın kalbi ne kadar katı olursa olsun, ne kadar gaflet ve cehalet içinde bulunursa bulunsun yine ürperir, titrer... Onun için Kur’an, milletlerin elinden tutarak geçmişin ibretli sahneleri önünde zaman zaman durdurup uyarmak istemektedir: “Senden önce kasabalar halkının içinden, şüphesiz, vahyettiğimiz bir takım insanlar gönderdik.” Onlar ne melekti ne de başka bir yaratık. Onlar da senin gibi beşerdi. Bedevi değillerdi. Daha görgülü, daha kâmil ve yükleneceği risalet vazifesini daha sabır ve tahammülle götürebilmesi için şehir ve kasaba halkından seçilmişlerdi. Senin risaletin de Allah’ın şeriatı üzere vahyettiğimiz diğer peygamberler gibi devam edecektir.. “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu görsünler?” Böylece kendilerinin de sonunda onlar gibi olacaklarını bileler. Onları o hâle getiren Allah düsturu şüphesiz ki kendilerini de aynı âkıbete dûçar edecek ve göçüp gideceklerdir: “Âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hayırlıdır.” Fani olan şu dünyadan hayırlıdır: “Hâlâ anlamıyor musunuz?” Geçip gidenler hakkındaki Allah’ın zinamını düşünmüyor musunuz? Bâki bir yurdun fâni bir yurttan daha faydalı olacağını anlamıyor musunuz? Sonra, peygamberlerin hayatlarında karşılaştıkları çetin anlar dile getiriliyor. Korkunç lahzalarla yüzyüze gelecekleri anda imdada yetişen Allah’ın değişmez nizamının değişmez vadi hatırlatılıyor: 110 — öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemiyecektir. Korkunç bir tasvirdir bu. Peygamberlerin küfür, inat, İsrar ve inkârlarla mücadele ederken karşılaştıkları sıkıntı ve çektikleri çilelerin zirveye ulaşması.. Günlerce hak yola davet ederler, pek az kişi bu davete icabet eder... Aradan yıllar geçer yine bâtıl, kuvvetinden bir şey kaybetmiş değildir. Efradından da bir şey eksilmez. Müminlerin ise, azlığı ve zayıflığı devam eder. Korkunç ve tehlikeli anlardır bu anlar. Bâtıl isyanını, zulmünü ve vahşetini artırır. Peygamberler vazifelerini yapmak isterler ve Allah’ın vaadinin tecellisini beklerler, zihinlerinde ümitlerinin tahakkunun gecikmesinden mütevvellit bir takım hisler gelip geçer. Peygamberlikleri yalanlanıp kimseyi hidayete getiremeyecekler midir? Acaba şu dünya hayatında vaadedilen zafere eremeyecekler midir? Bu durum karşısında bir peygamber hiç bir beşerin dayanamayacağı meşakkat, sıkıntı ve güçlüklerle karşı karşıya gelir. “Yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hâli sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk, sıkıntı geldi ve sıkıntıya uğradılar ki, peygamber ve beraberindeki mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyorlardı...”15 Âyetini veya buna benzer başka âyetleri okuduğum zaman bir peygamberi bu duruma getiren manzaranın dehşetinden, o sıkıntılı anın şimşeklerinden, peygamberin ruhunda duyduğu dayanılmaz acılardan etkilenir tüylerim diken diken olur. İşte, tam bu anda, sıkıntı ve ıztıraplann çekilmez dereceye varıp peygamberlerin yakasını bırakmak istemediği bir sırada Allah'ın eşsiz nusreti kesin bir şekilde tecelli eder:“.. Onlara yardımımız gelmiştir. Böylece istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemeyecektir.” İşte Allah’ın dine davet yolundaki nizamı budur. Bütün güç ve takatlar kesilinceye kadar sıkıntılar, mihnetler devam edecektir. Ancak bundan sonra ve insanların her çareye başvurmaları neticesinde zafer gelip yetişecektir. Allah’dan gelen zafere lâyık olanlar kurtulurlar. En katı insanları dahi dehşete düşüren gazap ve savlet inanmayanları sarıp mücrimleri yok ederken mü’minler zafer ve kurtuluş içinde olacaklardır. • Evet, hiç kimsenin karşı koyup mani olamayacağı Allah’ın kudreti mücrimleri kasıp kavuracaktır. ******************** Bütün bunlar zaferin ucuz olmadığını gösterir. Evet, zafer bir oyuncak değildir. Eğer zafer ucuz olsaydı hergün ortaya bir takım sahte dâva adamları çıkar. Hiç bir külfeti olmayan veya gayet az olan dâva peşinde koşarlardı. Hak bir dâva mânâsız ve oyuncak olamaz. Böyle bir dâva beşerî hayatın temelini ve nizamını teşkil eder. O’nun için böyle bir dâvayı, dâvanın meşakkatlerini yüklenemeyecek sahte dâva adamlarından korumak gerekir. Zira onlar dâva uğrunda mücadeleden korkarlar. Dâva adamı postuna büründükleri zaman da şaşırıp kalırlar. Onun mesuliyetini yüklenemezler. Ve derhal çekilirler. Ve neticede sağlam ve samimi insanlardan başka kimsenin tahammül edemiyeceği güçlüklerin mihenk taşında hak ile batıl kesin hatlarla yek diğerinden ayrılır. Mert ve sağlam insanlar. Allah yolundan bir an olsun geri durmazlar. Hattâ zaferi hayatlarında göremeyeceklerini bilseler bile... Allah’ın dâvası belirli ve kesin kazancı olan kısa vadeli bir ticaret değildir. Ki; kazanmadığı takdirde bırakılıp daha kârlı ve kolay bir dâva seçilsin. Cahiliyet toplumlarında — ki, bu toplumlar her zaman ve mekânda Allah’a ve O’nun nizamına bağlanmayan toplumlardır — Allah dâvasına satılanlar; rahat bir gezintiye çıkmadığını, kısa zamanda meyvesini veren bir işe girişmediğini bilmeli ve kendilerini ona göre hazırlamalıdırlar. Bunlar iyi bilmelidirler ki, karşısına çıktıkları cahiliyet kitlesi her türlü güç ve paraya sahiptir. Halkı kolayca aldatmasını bilen, karayı ak göstermesini meslek edinen insanlar o kitlededir. Bunlar davanın liyakatli ve gerçek sahiplerini halka düşman tanıtırlar. Tahakkuk edecek davanın halkın zararına olacağını ileri sürerek halkı ayaklandırırlar. ***************************************** Bilmek gerekir ki, Allah’ın davası çok külfetlidir ve cahiliyetin mukavemeti karşısında bu külfetler daha da artacaktır. Bunun için — daha işin başındayken — zayıf ve aldatılmaya müsait olan kimselerin bu dâvayı yüklenmeye kalkmasına müsade edilmemelidir. ******Dâvayı yüklenecek kimseler bu neslin içinde temayüz etmiş seçkin insanlar olmalı. Bunlar din uğruna çekilecek eza ve cefayı rahat ve selamete tercih ederler. Sayıca az olmakla beraber kısa veya uzun cihatlara girerler. Ancak Allah’ın kendileriyle kavimleri arasında hak ile hükmetmesinden sonra bu yalnızlıktan kurtulurlar ve insanlar fevc fevc Allah'ın dinine girerler. *********************************************** Yûsuf kıssasında zorlukların çeşitleri sergilenmiş durumdadır. Kuyuda... Mısır Veziri ’nin sarayında... Zindanda... Bu kıssada, insanların yardımından ümit kesilmesi değişik şekillerde ortaya konuyor... Ve nihayet — Allah’ın da kati vaatte bulunduğu gibi — netice takva sahiplerinin lehinde tecelli ediyor. Yûsuf kıssası peygamber kıssaları içinde örnek bir kıssadır. Aklını kullanabilenler için ibretlerle doludur. Hz. Muhammed (S. A.) ile yakın irtibatı bulunmayan semavî kitapların Kur’an tarafından tasdik edilişi burada anlatılır. Kur'anın uydurulabilecek bir söz olmadığı burada açıklanır. Zira uydurma sözler daima birbirini nakzeder, hidayete götürmez, mü’minin kalbini emniyet, huzur ve sükûna ulaştıramaz: 111 — And olsun ki, peygamberlerin kıssalarında, aklı olanlar için ibretler vardır. Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. Ancak kendinden önceki kitapları tasdik eden, inanan millete her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir. MUTABAKAT Böylece, kıssanın baş tarafıyle son tarafını birbirine bağlayan bağlar bulunduğu gibi, sûrenin başıyle sonunu birleştiren irtibatlar da vardır. Kıssadan, önce, kıssadan sonra ve kıssa arasında kıssanın mevzuu, ifade ve üslûp tarzı ile alâkalı açıklamalar vardır. Bu açıklamalarla, kıssanın dini edebî hedefleri, gerçeklere mutabakat yönleri aydınlığa kavuşturulur. Kıssa bir sûrede başlamış, aynı sûrede sona ermiştir. Zira kıssanın temel yapısı bunu gerektirmektedir. Bir rüya görülmüştür, bu rüyanın tahakkuk safhaları yavaş yavaş, gün gün, merhale merhale cereyan etmektedir. Kıssanın —edebî tarafı nasıl birdenbire sona eremiyorsa— ibret saflı alarmda da birdenbire neticeye varılamıyor. Hz. Süleyman'ın Belkısla olan hikayesi; H z . M e r y e m 'in doğumu; Hz. İsa 'nın doğumu, Hz. N u h 'a ve tûfana ait bilgiler, bir sûrenin bir bölümü olarak ele alındığı zaman müstakil bir sonuca varılabilir. Fakat Yûsuf kıssanın herhangi bir parçasından müstakil bir netice çıkaramazsınız. Neticeyi ibretli safhalariyle birlikte ortaya koyabilmek için sûreyi baştan sona tahlil etmek zarureti vardır. Evet, doğru söyleyenlerin en doğrusu olan Allahuteâlâ kıssanın baş taraflarında ne buyurmuştu: “Biz bu Kur’an’ı vahyederek, en güzel beyan ile kıssaları sana anlatıyoruz. Halbuki sen daha evvel bundan habersizdin.”«.1-dot
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
A storm is coming. #Geostorm 10.20.171-dot
Control the World #HAARP #GEOSTORM Sonunda HAARP in filminide yaptılar....VideoA storm is coming. #Geostorm 10.20.17
102 — (Ey Muhammed), bu kıssa, sana vahy edegeldiğimiz gayb haherlerindendir. Yoksa onlar hile yaparak işleyecekleri işi kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin, 103 — Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu iman \ etmezler. 104 — Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücrette istemiyorsun. 105 — Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yanlarından \ yüzlerini çevirerek geçerler. 106 — Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar 107 — Allah tarafından, onları kuşatacak bir azaba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler? 108 — De ki: “Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız. Allah’a her türlü ortaktan tenzih ederim. Ben Allah’a eş koşanlardan değilim.” 109 — Senden önce kasabalar halkının içinden, şüphesiz, vahyettiğimiz bir takım insanlar gönderdik. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu görsünler? Âhiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hayırlıdır. Hâlâ anlamıyor musunuz? 110 — öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemeyecektir. 111 — And olsun ki, peygamberlerin kıssalarında, aklı olanlar için ibretler vardır. Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. Arcak kendinden önceki kitapları tasdik eden, inanan millete her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir. Yûsuf kıssası sona erdi. Sûrenin geri kalan kısmında bu kıssadan alınması gereken ibretlere temas ediliyor. Biz sûrenin giriş kısmında bu bölüme ait bilgi vermiştik. Bu bölümde kıssa ile ilgili bir çok hususiyetlere yer veriliyor. Kâinatın sayfalarında, gönüllerin derinliklerinde, dünyadan göçüp gidenlerin geriye bıraktıkları şeylerde ve bilinen şu varlıkların ötesindeki gayb âlemlerinde ibretli gezintiler yapılıyor. Bu mevzuları, âyetlerin gayeye uygun olan tanzim şekline göre açıklamaya çalışacağız. NETİCE Bu kıssa, Muhammed (S.A.) in doğup büyüdüğü ve sonra peygamber olarak gönderildiği cemiyet tarafından bilinen bir kıssa değildi. Kıssadaki sırlara vâkıf olabilmek için onu teşkil eden şahıslarla beraber yaşamış olmak gerekir. Halbuki aradan geçen asırlar onlardan eşer bırakmamıştır. Sûrenin baş taraflarında Allahute-âlâ peygamberimiz Hz. Muhammed’e şöyle buyuruyordu: “Biz bu Kur’an’ı vahyederek en güzel beyan ile kıssaları sana anlatıyoruz. Halbuki sen daha evvel bundan habersizdin.”.. Şimdi ise, kıssadan alınması gereken ibretler kısmına geçerken şu âyeti kerîmeyle kıssanın başlangıciyle sonunu birbirine bağlamış oluyor: 102 — (Ey Muhammed), bu kıssa, sana vahy edegeldiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar hile yaparak işleyecekleri işi kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin.. Âyetlerle anlatageldiğimiz bu kıssalar gayb haberlerindendir. Onları daha önce bilmiyordun. Sana vahiy yoluyle öğrettik. Vahiy yoluyle öğrendiğinin delili ise, daha önce bu kıssaların sence meçhul oluşudur. Yûsuf ’un kardeşleri söz birliğiyle Y û s u f ’a ve babalarına plân hazırlarken yanlarında değildin. Diğer kardeşlerini kurtarmak için aldıkları tedbirden de haberin yoktu. Kadınların Y û s u f ’a neler yaptığını, saray erkânının onu haksız yere zindana attığını bilmiyordun.. Bunların hepsini ancak bizim sana vahyettiğimiz sûre ve onun ihtiva ettiği kıssa sayesinde öğrendin. Bu suretle, İslâm dininin ve akidesinin kıssa içine serpiştirilmiş olan temel kaideleri ortaya konmuş oldu. ÂYETLERE YÜZ ÇEVİRENLER Vahyin gerçekleştirilmesi, vahiy yoluyle kıssaların anlatılması, kıssalarla ilgili meselelerin açıklanması... Bütün bunlar insanların kalblerini harekete getirip Kur’an’a iman etmelerini sağlamak içindir. O insanlar ki, Hz. Peygamberle birlikte yaşarlar, onun bütün ahvalini bilirler, onun Allah tarafından getirip tebliğ ettiği şeyleri \ dinlerler fakat yine de çoğu iman etmez. Ayrıca, kâinat sayfaları üzerin sergilenen nice ibret verici âyetler vardır. Bu insanlar onları da inceleyip Allah’ın hikmet ve kudretlerini anlamazlar. Kitap sayfalarını yüzlerine kapatıpta içinde ne olduğunu anlamayanlar gibi bunlar da Allah’ın kâinattaki âyetlerine şuursuzca bakıp geçerler. Neyi bekliyorlar? Onlar farkına varmadan, ansızın Allah’ın azabına uğrayacaklardır: I y> 103 — Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu iman etmezler. /> 104 — Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücrette istemiyorsun. Kur’an âlemler için sadece bir öğüttür. \_/ 105 — Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler. 106 — Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar. 107 — Allah tarafından, onları kuşatacak bir azaba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler? ***************** Hz. Muhammet. (S.A.) mensup olduğu kavmin iman etmesini yürekten arzulardı. Allah’tan getirdiği ve her yönüyle hayırdan ibaret olan bu dinle onların da müşerref olmasını istiyordu. Onlara acıdığı için müşriklerin dünya ve âhirette karşılaşacakları cezalarla onların da karşılaşmasına gönlü razı olmuyordu. Fakat, insanoğlunun kalbini, tabiat ve ahvalini herkesten iyi bilen Allah, Hz. Peygamberi ikaz ederek, müşriklerin iman etmeleri için ne kadar uğraşırsa uğraşsın yine çoğunun iman etmeyeceğini haber vermekte idi. Çünkü onlar, — âyetlerde de belirtildiği gibi — Allah’ın kâinatı dolduran âyetlerinden yüz çeviriyorlar, ufukları dolduran hikmetlerden faydalanmıyorlar ve bu yüzden mü’minlik şerefine eremiyorlardı. ---------------------- Allahuteâlâ Hz. Peygambere şunları da hatırlatmak istiyordu: Ey resûlüm, sen onların iman etmelerine muhtaç değilsin. Hidayete gelmeleri için onlardan ücret te istemiyorsun. Bu karşılıksız, ücretsiz davete icabet etmemeleri hayret vericidir: “Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücrette istemiyorsun. Kur’-an âlemler için sadece bir öğüttür.” Onları Allah’ın âyetleriyle öğütle. Dikkat ve basiretlerini âyetlere çek. Allah’ın âyetleri bütün âlemler için bol bol gönderilmiş, kâinata sergilenmiştir. Bu âyetler özel olarak bir millet, bir kabile veya bir soy için saklanacak değildir. Bu âyetlerde fakiri zenginden veya kuvvetliyi zayıftan üstün tutup tatbiki güç olan vasıflar yoktur. Ancak âlemlere öğüt ve arzulayanlar için hazırlanmış umumî bir sofradır... “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler.” Allah’ın varlığına, birliğine, kuvvet ve kudretine delâlet eden nice âyetler vardır. Bu âyetler göklerde ve yerde bütün kâinata sergilenmiş, göz ve basiretlerin dikkatine sunulmuştur. İnsanlar sabah akşam, gece gündüz bunların önünden geçerler. Bu âyetler lisanıhâl ile onları kendilerine çağırır. Duygu ve gözleri cezbedecek kadar meydandadır. Kalblere ve akıllara ilham kaynağı olabilecek vasıftadır. Fakat bunları ne görürler, ne davetini işitirler ne de o derin- ve mânalı tesirlerini hissederler. Bir an güneşin doğduğu yerle battığı yeri düşünmek, bir gölgenin uzayıp kısalmasını tefekkür etmek, bir nehrin çağlayışı, bir kaynağın gümbür gümbür akışı, bir pınarın susuzlukları giderişi, bir nebatın âheste aheste büyüyüşü, bir koncanın nazlı nazlı açılışı önünde bir lahza durmak; açılan çiçeğe, biçilip dövülen ekinlere, havada yüzen kuşa, denizde yüzen balığa, toprakta sürünen kurda, durmadan çalışan karıncaya ve diğer hayvan ve haşarat topluluklarına bir an ibret gözüyle bakmak; sabahı veya akşamı, gecenin sessizliğini yahut gündüzün izdihamını bir an düşünmek... Evet bunları bir an düşünüp tefekkür etmek beşer kalbine kâinat sırlarının akması için kâfidir. Bir lahza ibret gözüyle bakmanın kalbleri titreteceğinde, şuurları harekete getirip müspet tesirler bırakacağında şüphe yoktur. Fakat ne yazık ki, “Yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler..” Ve bu yüzden ekserisi iman etmez!. **************** — Hattâ iman edenlerin dahi bir çoklarının kalblerine — herhangi bir şekliyle — şirk girmektedir. Saf ve halis imanı korumak için devamlı uyanık olmak gerekir. Kalbe yeryüzünün herhangi bir zararlı hareketi veya şeytanî bir tasarruf sızmaması için dikkatli olmak lâzım gelir. Ancak bu suretle imanın tam ve kâmil olarak Allah’a tahsisi mümkün olur. Halis imana sahip olan bir mü’minin, kalbiyle hâl ve hareketlerini kontrol altında tutması ve onlara tam hâkim duruma geçmesi şarttır. Kalbde Allah’tan başkasına yer verilmemelidir. Hayattaki ubûdiyet sadece Mevlâ için olmalıdır. O Mevlâ ki, kendisine yönelen ubûdiyeti katiyen reddetmez: “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar.”.. • Yeryüzündeki şahıslar, hadiseler veya eşyadan herhangi birine lüzumundan fazla değer vererek Allah’a ortak koşarlar... Fayda ve zarar her şey Allah’ın kudreti tahtında olduğu halde, hadiseleri falan veya filan sebep sayesinde olmuş gibi kabul ederek Allah’a şirk koşarlar... Allah nizamı dışında bir nizam ile hükümranlık etmek isteyen kimsenin bu kuvvetine teslim olmak suretiyle Allah’a ortak .koşarlar... *********************** Allah’tan isteyecekleri şeyi O’nun kullarından istemek, Allah yolunda yaptığı bir hizmette kulların takdirini beklemek, cihat ederken Allah’tan başkasına faydalı olmak veya ona gelecek zararı önlemek, ibadette bir an için Allah’tan başkasına gönül bağlamak suretiyle Allah’a şirk koşarlar!.. İşte bundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber: “İçinizdeki şirk, karıncanın yürüyüşünden daha sessizdir’’ buyurmuştur. 18 Bu şirk hakkında varit olan hadislerden bir kaçını örnek olarak alalım: Tirmizi’nin — Hasen rivayetle — ibni Ömer’den naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.A.) : “Allah’tan başkasının ismi üzerine yemin eden kimse Allah’a şirk koşmuş olur” buyurmuştur. Ahmed, Ebû Dâvud ve daha başkalarının ibni Mes’ud’dan naklettikleri bir rivayete göre peygamberimiz (S.A.) şöyle buyurmuştur: “Büyü yaptırmak, nazarlık gibi şeyler kullanmak şirktir.” îmam Ahmed’in Müsnedinde Akabe bin Amir’in rivayet ettiği bir hadiste Resulullahın: “Kim üzerine nazarlık gibi şeyler takarsa Allah’a şirk koşmuş olur” buyurduğu nakledilmekdedir. Ebu Hüreyre — müsnet bir hadiste — Hz. Muhammed (S.A.) in şunları söylediğini haber veriyor: “Allahuteâlâ şöyle buyuruyor: Bana koşulan ortaklardan Ben münezzehim. Benim için herhangi bir amel işleyen kimse, o amele Benden başkasını karıştırdığı takdirde, kendisiyle Bana ortak koştuğu şeyi başbaşa bırakırım.” İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebî Fedâle’den naklettiği bir hadiste Resulullahın şöyle buyurduğunu haber veriyor: “Kurulacağında şüphe bulunmayan kıyamet gününde, Allah, baştan sona kadar bütün insanları bir araya topladıktan sonra bir münadi çıkıp şunları söyleyecektir: Her kim ki Allah için yaptığı bir amele başkasını da ortak koşmuş ise, o amelin sevabını gidip ortak koştuğu kimseden istesin! Allah, kendisine ortak koşulan şeylerden beri ve münezzehtir!.” İmam Ahmed — isnadı ile birlikte — Mahmud bin L e b i d ’den naklettiği bir rivayette şöyle diyor: Resuli Ekrem (S.A.): “Sizin hakkınızda en korktuğum şey küçük şirktir” buyurdu. “Ya Resullallah nedir küçük şirk?” diye sorduklarında şu cevabı verdi: “Riyadır! Kıyamet günü insanlar amelleriyle birlikte geldiklerinde Allahuteâlâ onlara: Gidin, dünyada iken kimlere gösteriş yaptınızsa onlara başvurun, bakalım yaptıklarınızın mükâfatını verecekler mi? Buyuracak..” İşte, gizli şirk denen şey budur. Bu şirkten imanı koruyup muhafaza edebilmek için devamlı uyanık olmak gerekir. *************** http://seyyitkutubtefsiri.blogspot.nl/2016/05/once-sirk-geliyor-sonra-zina-sonra-da.html **************** Bir de açıktan açığa şirk vardır. Bu şirk, hayatla ilgili herhangi bir hususta Allah’tan başkasına teslim olup onun hâkimiyetine boyun eğmek, onun tatbik ettiği nizamı yaşamaktır — Bunun şirk olduğuna dair dini hükümler bulunduğundan münakaşa edilmesi bahis konusu değildir. —"Ayrıca. Allah’ın emri gereğince yapılacak bayramlara önem vermeyip örf ve geleneklere ve insanlar tarafından tertiplenen bayramları ihya etmek sirk olduğu gibi, Allah emrine muhalif olan kıyafetleri giymek dinin kapanmasını emrettiği yerleri açmak gibi hareketler de şirktir.. Bu gibi hareketleri yapan kimseler, kulların Rabbi olan Allah’ın koyduğu şeriatı önemsemeyip kullar tarafından tertiplenen veya adet hâline getirilmiş olan şeyleri tatbik ettikleri için Allah’a şirk koşmuş olurlar... Bu hareketler yalnız bir günah değil, aynı zamanda şirktir. Çünkü o kimse Allah’ın açık emrini terkederek O’nun nizamına muhahif olan bir nizama teslim olup itaat etmektedir ki, bu çok tehlikeli bir durumdur. Allahuteâlâ onun için: “Onların çoğu ortak koşmadan Allah’a inanmazlar” buyuruyor. Bu hüküm Arap yarımadasında Hz. Peygamberin karşılaştığı bu vasıftaki kimselere tatbik olunduğu gibi, her zaman her yerde bu vasfı taşıyan helkese tatbik olunacaktır. Kâinat sayfalarındaki Allah’ın âyetlerinden yüz çevirenler, bir de hiç bir ücret istenmeden kendilerine sunulan Kur’an âyetlerinden yüz çevirdikten sonra acaba bekledikleri nedir? Ne bekliyorlar bunlar? “Allah tarafından, onları kuşatacak bir azâba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler?” Bu, onların gafletten uyanmaları, gafletin başlarına neler getireceğini anlamaları için kuvvetli bir ikazdır. Allah’ın azâbımn ne zaman geleceğini kimse bilemez. Bu bir an meselesidir. Kıyamet saati kapıların arkasında beklemekte olabilir. Onlar farkına varmadan saatin çalması ve azaba dûçar olmaları an meselesidir. Gayb uzaklarda değil, kapımızın önündedir. Şu anda neler olacağını kimse bilemez. Hâl böyle olduğuna göre gafiller kendilerini nasıl emniyette hissederler? Onlar, Kur’an’ın risaleti tasdik eden âyetlerini inkâr ededursunlar, kâinatı dolduran Allah'ın delillerinden yüz çevirip geçsinler, böylece çoğu gizli veya aşikâr Allah'a ortak koşadursunlar, Resulullah (S.A.) ve ona uyan mü’minler yollarına devam etmektedirler. Ne yollarını şaşırırlar, ne de yollarını şaşıranların tesiri altında kalırlar: 108 — De ki: '“Benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız. Allah’ı her. türlü ortaktan tenzih ederim. Ben Allah’a eş koşanlardan değilim.” De ki: “Benim yolum budur.”.. Tek yoldur, doğru yoldur. Bu yolda ne bir eğrilik, ne de şek, şüphe gibi şeyler vardır. “Ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız.” Biz Allah’ın aydınlık hidayet yolundayız. Yolumuzu iyi bilir ve onda şuurla yürürüz. Bu yola devam ederken tecessüs ve kötü şeyler yapmayız, adımlarımızı zan ve tahminlerle atmayız. Bu yol basiret ehlinin yakînen tanıyıp bildiği aydınlık bir yoldur. Allah’ı ulûhiyetine lâyık olmayan şeylerden tenzih ederiz. O’na şirk koşanlardan uzağız, ayrıyız, onlardan değiliz: “Ben Allah’a eş koşanlardan değilim.” Ne açıktan ne de gizlice şirk koşarım. Budur benim yolum. İsteyen bana tâbi olsun, istemeyen olmasın. Ben dosdoğru yoluma devam etmekteyim. İnsanları Allah’a davet edenlerin bu vasıflara sahip olması şarttır. Kendilerinin başlıbaşına bir ümmet olduklarını ilân etmelidirler. Akidelerini kabul etmeyenlerden, yürüdükleri yoldan yürümeyip kumandaları altına girmeyenlerden ayrı olduklarını açıkça beyan etmelidirler! Bu dine sahip olanların, cahiliyet -tonlumu içinde onlar gibi yaşayarak onları dine davet etmesi mânasızdır. Bu davet bir kıymet ifade etmez! Müslümanların, işin başından itibaren cahiliyetten uzak, apayrı insanlar olduklarını ilân etmeleri şarttır. Adı İslâm idaresi olan, apayrı bir akideyle birbirlerine kenetlenmiş bir cemiyet oldukları bilinmelidir. Cahiliyet toplumundan ayrılmaları, onların idaresinden ayeı bir idareye sahip olmaları lâzım gelir! Müslümanların cahiliyet toplumuna taviz verip onlara ayak uydurmaları ve onların idaresi altında yaşamaları kendilerinin akidelerindeki kuvveti yok eder, yeni davetin cazibiyet ve tesirini kaybetmesine sebep olur. Bu gerçeklerin icra edileceği saha, yalnız peygamberlerin kendi devirlerindeki müşrikleri dine davet etmesiyle kapanmaz. Cahiliyetin insanlara musallat olduğu her devirde bu sahanın icrai faaliyet etmesi lâzımdır... Yirminci asrın cahiliyeti de taşıdığı vasıflar ve sahip olduğu temel prensipler itibariyle İslâm davetinin asırlar boyu karşılaştığı cahiliyetlerden biridir! Bazı müslümanlar cahiliyet toplumuna taviz verip onun yaşayışına ayak uydurmak suretiyle politika yapacaklarını ve içlerine girerek İslâm davetine bir şey kazandıracaklarını zannediyorlar. —v> Bunlar, ne İslâm akidesinin karekterini tanıyabilmişler, ne de kalblerin kapısı nasıl çalınacağını öğremişlerdir!.. Sapık fikirlerinin sahipleri; adiyle, saniyle, bütün prensip ve gayeleriyle açık açık ortaya çıkarken; İslâm davetinin sahipleri kendi ünvanları. kendilerini cahiliyetten tamamen ayıran özel prensipleri ve dosdoğru yolları ile niçin ortaya çıkmasınlar?1-dot
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
GÂŞİYE SURESI - Ebu Bekr Shatri SubhanAllah Cok Güzel.1-dot
GÂŞİYE SURESI - Ebu Bekr Shatri SubhanAllah Cok Güzel.VideoGÂŞİYE SURESI - Ebu Bekr Shatri SubhanAllah Cok Güzel.
Barack Obama1-dot
Barack Obama ve diğer bazı liderler.. İnsanlığın kurtuluş istikameti Asıl olan.vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html … https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=147401935711216&id=100013242319421 href="https://t.co/o8BwrGDYX6">https://t.co/o8BwrGDYX6İNSANLIĞIN GELECEĞİNİN KURTULUŞ İSTİKAMETİ.https://t.co/TniZmoHqJd— HUSEYİN SASMAZ (@huseyinsasmaz) 11 Eylül 2016 PolitikacıThis page is run by Organizing for Action. To visit the White House Facebook page, go to facebook.com/WhiteHouse.
Paylaş
Senin gönderinden kaydedildi
Ebu Hanzala Hoca, Kehf Suresi Tefsiri Dersinin iptaline dair açıklama
Allah razı olsun. Şu fikir üzerine bir açılım yaparsanız daha isabetli olur. Asıl olan. vakıanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fbBağlantıEbu Hanzala Hoca, Photoshop'lu afiş nedeniyle sosyal medyada linç kampanyasının başlatılması sonrası Kehf Suresi Tefsir dersinin iptal edilmesiyle ilgili açıklamada bulundu.
“NEBATİ NEFİS, HAYVANİ NEFİS, İNSANİ NEFİS” SENİN NEFSİN HANGİSİ?1-dot
Akıllı insan varlık kategorisini, eşyayı yerli yerinde tutabilen ve bütün bunları ait olduğu yerde görebilendir. Her şeyi yerinde, zamanında ve miktarında yapabilen insan akıllıdır. Bugün bizim bütün yaptıklarımız abartı, abartma… Modern çağın insanının sevgisi de nefreti de aşırı… ya çok katıyız ya da çok cıvımış… Katı olan buharlaşıyor, cıvık olan kayboluyor… Eşyayı yerli yerinde kavrayamadığımız, dünyada merkezimizi yitirdiğimizden dolayı sürekli trans halindeyiz. Cinsiyetlerimiz bile iç içe giriyor. Kadınlar erkeksileşiyor, erkekler kadınsılaşıyor…Bağlantı… Aklın hikmet ışığında Allah’a doğru yükseliş yerine şeytanın vesveseleriyle aşağılara doğru düşüş söz konusu. Nefsi olgunlaştırıp Allah’ın boyasıyla boyanmak yerine nefsi şımartıp insanlıkt…
DIŞARIDAN BELİRLENMEK1-dot
Müslümanlar olarak öncelikli amaçlarımız üzerinde yeniden düşünmek zorundayız. Her toplumda politik kadrolar daha çok güncel siyasal dil/gündem ve sorunlar etrafında yoğunlaşırlar. Müslüman düşünce ve kültür insanlarının ilgileri, gündemleri ve sorumlulukları tarihsel bir mahiyet taşır, taşımak zorundadır. Müslüman düşünce ve kültür insanlarının/hayatının asli sorumluluğu, tarihsel sorumluluğu, ilgi ve gündemi, yabancı ve sömürgeci bir dünya görüşü, bu dünya görüşünün kavram ve kategorileri aracılığıyla dışarıdan belirlenme, tanımlanma ve konumlandırılma sorunuyla yüzleşmek ve bu sorunlu durumu aşmak üzere derinlikli çözümlemeler üretmektir. *** Üzerine yoğunlaşılması gereken konular... *EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları.BağlantıKorkularımız, duygusallıklarımız ve zaaflarımız, hep aklımızın önüne geçtiği için, biz Müslümanlar bugün bu tür bir özgürleşme mücadelesini düşünmüyoruz, yeni imkanlar üzerinde çalışmıyoruz, yeni i…
Burada geçen din kelimesine çok ince ve sınırlı bir mâna verildiği görülüyor. “Hakümdarın dinine göre” cümlesindeki din kelimesi, doğrudan doğruya “Hükümdarın kanun ve nizamları” mânasında kullanılmıştır. Hükümdarın kanun ve nizamlarına göre, hırsızlık yapan kimseye elkonulması gibi bir müeyyide yoktu. Böyle bir müeyyide ancak Hz. Y a ’ k u b ’un dinindeki şeriat ve kanunlarda mevcuttu. Yûsuf ’un kardeşleri kendi kanun ve şeriatlerinin hükümlerine göre ceza verilmesine razı oldular. Hz. Yûsuf da hükümdarın su kabını kardeşinin yükünde bulunca, razı oldukları kanuna göre ceza verdi... Burada mühim olan husus, Kur’anı Kerimin, hükümdara ait kanun ve nizamları din olarak ifade etmesidir... Kur’an’ın ifade ettiği bu açık ve ince mâna, yirminci asrın cahiliyetinde tamamen kaybolmuş bulunuyor. Müslüman olduklarını iddia edenler arasında da bunların dışındaki diğer cahiliyet toplumlarında da bu mânanın idrâk edildiğine katiyen rastlanmıyor“ Herkes din kelimesinin mânasını bir takım inanç ve ibadetlerden ibaret kabul ediyor. Onlara göre, Allah’ı bir ve peygamberi hak bildikten sonra; Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kader, hayır ve şer her şeyin Allah’tan olduğuna inanan ve Allah'ın kitabındaki ibadetleri yerine getiren herkes Allah’ın dinine girmiş sayılır. Yine onlara göre bu kimselerin diğer taraftan, yeryüzünde kendi kendini tanrılaştırmış olan şahıslara boyun eğip onların koyduğu kanun ve nizamları titizlikle yerine getirmesi, Allah'ın dışında bunlara da yeryüzünde hükümranlık hakkı tanıması, bir dine-teslim olur gibi bunların tatbik ettiği nizama teslim olması Allah’ın dininde bulunmalarına zarar vermez. Halbuki biraz önce gördüğümüz gibi Kur’anı Kerim, hükümdarın kanun ve nizamlarını “hükümdarın dini” Allah’ın şeriat ve nizamlarını da “Allah'ın dini” olarak tarif etmektedir... ************** http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/ben-musluman-miyim-degil-miyim-bir.html ****************************** Allah’a ait olan “din” in mânası darala darala öyle bir hâle gelmiştir ki, cahiliyet toplulukları nezdinde dîn deyince akıllarına sadece bir takım inanç ve ibadetler geliyor.. Halbuki Hz. Âdem, Hz. N û h gününden devam edip Hz. Muhammed’e kadar gelip dayanan dinin gerçek-mânası hiç te öyle değildir. ******************************************* https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=199291537188922&id=100013242319421 https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=202062890245120&id=100013242319421 ******************************************** Gerçek dinin o günden bu güne kadar muhafaza ettiği mânaya göre: Din olarak sadece Allah’a bağlanılıp O’na teslim olunur, O’nun koyduğu nizam ve şeriat yerine getirilir, O’ndan gayrisinin şeriat ve nizamına uyulmaz, yerde ve gökte ulûhiyet sadece O’na tanınır; emirleri, hükümranlığı, saltanatı ve şeriatını ihtiva eden rubûbiyet hakkının sadece O’na ait olduğu kabullenilir... Allah’ın dininde olanlarla hükümdarın dininde olanların yolu buradan ayrılır. Birinciler, sadece Allah’ın şeriat ve nizamını kendilerine din olarak almışlar, İkinciler ise ya hükümdarın kanun ve nizamını din olarak seçmişler, yahutta bir yandan Allah'ın dinine ait inanç ve ibadetlere bağlanıp diğer yandan bir kulun kanun ve nizamlarını yerine getirmek suretiyle Allah’a ortak koşmuşlardır! Dinimizin kat’i emirleri ve İslâm itikadının sarih hükümleri bunun böyle olduğunu haber vermektedir. Bu gün insanlara gûya acıyan bazı kimseler, insanların Allah’ın dinini bilmemelerini özür sayarak onları kurtarabileceklerini sanıyorlar. Gûya Din’in mahiyetini iyi bilmedikleri için Allah’ın şeriatını hâkim kılıp onu başka nizamların üstünde tutmayı da düşünemiyorlarmış. Onların din hakkındaki bu bilgisizlikleri şirk ve cahaliyete düşmelerinde mazeret sayılırmış!.. İnsanların bu dinin mahiyetini öğrenmeden bu dinin hudutları ' içinde sayılacaklarını benim hafızam bir türlü almıyor.! Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği tanımış olmanın parçasıdır. Bir akidenin mahiyetini bilmeyenler bu akideye nasıl teslim olurlar? Baştan itibaren o akidenin yabancısı oldukları halde nasıl o akidenin mensuplarından sayılabilirler? ******************* 2017**Dünyadaki Müslüman olduklarını iddia edenlerin haline bir bak.!) https://scontent-amt2-1.xx.fbcdn.net/v/t1.0-9/11146183_904495482906480_3421155604530900379_n.jpg?oh=9f7fc0d14364061a5eda94377c97bacb&oe=592B2C6B *************************************************************** Dinin mahiyetini bilmemelerinin günahı, belki bu dini bilip te kendilerine öğretmemiş olanlara yüklenebilir. Bu suretle âhirette kendilerine verilecek ceza, ya hafifletilmiş, yahut kaldırılmış olabilir. Bu hususlar ise tamamen Allah’a ait meselelerdir. Cezayı ne türlü tatbik edeceğini kimse bilemez. Cahiliyet mensuplarının âhirette karşılaşacakları cezanın münakaşasını yapmak bize mühim bir şey kazandırmaz. Bizlerin, üzerinde yaşadığımız şu dünyada islâma çağırılan insanlar olarak, vazifesi âhiretteki cezaların münakaşasını yapmak değildir. Bizim üzerimize düşen vazife, bu gün insanların din olarak kabul ettikleri şeyin gerçek mahiyetini ortaya koymaktır... Bilmek lâzımdır ki, bu gün din kabul edilen şey, kat’iyen Allah'ın dini değildir. ^ Allah’ın dini, Kur’an’ın açık âyetlerine mutabık şekilde O’nun nizam ve şeriatıdır. Allah'ın nizam ve şeriatını yaşayan kimse Allah’ın dinine mensuptur. Bir hükümdarın nizam ve şeriatını yaşayan kimse ise o hükümdarın dinine mensuptur. Bu mevzuun münakaşa edilecek tarafı olamaz. ****** (Mecburuyetten dolayı uyanın mazereti vardır.Af olur olmaz onuda Allah bilir.)***** Bu dinin ne olduğunu bilmeyen kimselerin aynı dine itikat etmiş olmaları mümkün değildir. Çünkü buradaki bilgisizlik, dinin aslı ve mahiyetine ait bilgisizliktir. Dinin aslını ve mahiyetini bilmeyen kimsenin o dine itikat etmiş olması ne~akla ne de gerçeğe uygundur. Zira bir şeye inanmak, o şeyi yakından tanıyıp bilmiş olmanın bir parçasıdır... Bu, gün gibi aşikardır... ************************** Allah’ın dininin haricindeki insanları müdafaa edip, kendi dininin mahiyetini ve hudutlarını çizmiş olan Allah’tan daha merhametliymiş gibi onlara mazeretler aramaktansa; insanlara Allah’ın dinini tarif edip bu dinin mahiyetini onlara açıklamak bizim için daha hayırlı olur. O zaman ya kabul eder dine girerler, yahut reddederler... ****************************** Bu, hem bizim için hayırlıdır, hem beşeriyet için... Bizim için hayırlıdır çünkü, bu dini bilmeyen cahillerin, bilgisizlikleri yüzünden gerçekte bu dine bağlanmayıp sapık bir yola gitmelerini tasvip etmiş olmayacağız. Onlar için hayırlıdır çünkü, hakikati öğrenmeleri sonunda — Allah'ın dinine değil, bir hükümdarın dinine bağlı olduklarını — anlayacaklardır. Belki bu davranışımız onların silkinip bu hallerinden kurtulmalarına, Allah'ın dinine girmelerine vesile olacaktır! *************************************** Peygamberler — salat ve selâm olarrın üzerine olsun — bu yolu takip etmişlerdir. Her zaman ve her yerde cahiliyet mensuplarını Allah'ın dinine davet edenlerin de bu yolu takip etmeleri lâzımdır... **************************** 2017* http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ******************* Şimdi, bu kısa açıklamadan sonra Yûsuf ’un kardeşlerine dönelim. Karşılaştıkları bu güç durum onların Y û s u f ’a ve kardeşine karşı daha önceki kin duygularını kamçılamış oldu. Hırsızlık töhmetini reddetmek ve bu kötü töhmetin, Y a ’ k u b ’un diğer oğullarının üzerinde kalmasını istiyorlardı: “Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı” dediler! Hırsızlık etmişse, daha önce kardeşi de kendisi gibi hırsızlık etmişti». Bu sözlerinin doğru olup olmadığını araştırmak için raviler ve müfessirler seferber olmuşlar, hikâyelerden, efsanelerden ipucu bulmaya çalışmışlardır. Sanki daha önce Yûsuf hakkında babalarına yalan söylememişlerdir. Ve şimdi, Y û s u f ’a ve kardeşine karşı kinlerinin tazelendiği bir anda, hırsızlık töhmetinden kurtulmak çabası içinde, bu suçu Y û s u f ’la kardeşinin üzerine atmak için Mısır Vezirine yalan söylemeleri mümkün değildir!.. Ve bu suçu Y û s u i ’la kardeşinin üzerine atmış oldular! Yûsuf bunu içinde sakladı. Onlara açmadı. Bu hareketlerini içinde muhafaza etti ve üzüldüğünü belli etmedi. Kendisinin de kardeşinin de hırsızlıktan beri olduğunu biliyordu. Onlara sadece içinden: “Durumunuz pek kötüdür” diyordu. Yani, siz bu iftiranızla Allah’ın indinde kötü bir duruma düştünüz. — İftiraları sövme mahiyetinde değil, gerçek iftira idi —. “Anlattığınızı Allah daha iyi bilir” dedi... Allah, söylediklerinizin ne derece doğru olduğunu daha iyi bilir. Yûsuf bu cümlesiyle, hiç ilgisi olmadığı halde kendisine yöneltilen itham üzerindeki münakaşayı kesmek istemiştir!.. Çaresizlik içinde, kendilerini müşkül duruma sokacak olan tarafa, babalarının kendilerinden söz aldığı noktaya döndüler. Babaları: “Hepiniz yok olmadıkça onu bana getireceğinize dair Allah’a karşı sağlam bir söz...” demişti.. Çocuğun ihtiyar babası adına Yûsuf’-un merhametini okşamaya çalıştılar. Babasının hatırı için çocuğu serbest bırakmak mümkün olmadığı takdirde kendilerinden birini onun yerine alıkoymasını rica ettiler. Yûsuf ’un yumuşayacağını umarak kendisinin hoşgörülü, iyiliksever ve temiz bir insan olduğu kanaatini taşıdıklarını belirttiler: “Ey vezir, onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz” dediler... Fakat Yûsuf onlara bir ders vermek istiyordu. Kendilerine, babasına ve bütün insanlık âlemine ibret olacak bir sürprizle karşılarına çıkacaktı. Bu suretle gönüllerde daha derin bir iz bırakacağını biliyordu: “Maazallah!. Biz, malı kimde bulmuşsak ancak onu alıkoyarız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz” dedi. “Maazallah, biz malı çalmamış olanı alıkoymayız” şeklinde bir cümle kullanmıyor. Çünkü kardeşinin çalmadığını biliyordu. Onun için çok ince bir ifade kullanmış bulunuyor. Bu ince ifadeyi aynı hassasiyetle Kur’anı Kerîmin arapça naklettiğini görüyoruz: “Maazallah! Biz, malı kimde bulmuşsak ancak onu alıkoyarız.” Bu ifadede ne itham etmek var, ne de ithamı nefyetmek. Sadece gerçek hadise dile getirilmiş oluyor.. “Yoksa haksızlık etmiş oluruz.” Haksızlık edenlerden olmak istemiyoruz.. Bu, söylenen son cümleydi. Kardeşleri artık rica etmenin bir fayda sağlamayacağını anlamışlardı. Çaresizlik içinde bir köşeye çekilerek, memlekete döndüklerinde babalarına ne cevap vereceklerini düşünmeye başladılar.
4 Fotoğraf4 Fotoğraf
KAFİR NE DEMEK...İNCELE ARAŞTIR...
Müslüman olduğunu söyleyen kişilerin ezici çoğunluğu kaidelere uymadığından böyle zelil konumdalar. örnek,Hiç bir sistem başka bir sistemi istemez. ama Müslüman olduğunu söyleyen kişi Tc. devletini dinliyor. Bu ne yaman çelişki...BağlantıEtimoloji** Vikipedi Kelime, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen (ك ف ر) kökünden gelir. Sözlük anlamıyla, tohumları toprağın altına...
RAŞID HALIFELIĞE DÖNMEKTEN BAŞKA ÇAREMIZ YOKTUR1-dot
Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen dinleriyle idare olunma konusunda kararsız kalanlar, karanlık dehlizlerde kendi kutsallarıyla savaşmaktan kurtulamazlar. Kendi diniyle savaşan dini darlar, İslâm coğrafyasının en büyük belâlarıdır!Bağlantı
HÂLİFELİĞİN KALDIRILMASININ YANKILARI1-dot
Genelde tüm insanlığın özelde İslâm Dünyası'nın bugün şiddetle ihtiyaç duyduğu açık bir realitedir. Yakın tarihî geçmişin bizi getirdiği nokta burasıdır. Bugüne kadar batılıların lehine işleyen çarkın eksenini kendi tarafımıza döndürebilme basîretini bir an evvel göstermemiz icap etmektedir. Bu dönüşün rotasını istediğimiz istikâmete oturtabilmemiz de, kopuştan günümüze kadar geçen süre zarfında olanbitenin eksi ve artılarıyla muhasebesini yapmamıza bağlıdır. İşte o istikamet... İşte Fikir. *EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları.Bağlantı
MODERNİZMİN KISKACINDAKİ MÜSLÜMAN
Medeniyet sâdece savaşla-devlet ile kurulmaz zîrâ. Bir ilim, kültür, vicdan merhâmet de üretilmesi ve yayılması gerekir. Moğolların yıkımları içinde bilindiği gibi kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı bir devletin yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve saldırıları ilmi ve dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler de sekteye uğradı ve sâdece dış yönü kurtarmanın yoluna düşüldü. *** http://www.dailymotion.com/video/x2yju8y_silahla-degil-tarihi-kitaplarla-devletleri-feth-eden-oryantalisler-mustesrikler_videogamesBağlantıArtık Müslümanlar batı’nın kötü birer fotokopileri oldular. Onların güdümüne girdiler. Akıllarını, zihinlerini, kâlplerini, vicdanlarını, kültürlerini kötüleyip bir paçavra gibi atıp onlara teslim …
Daha Eski
ŞEYTAN, İNSAN VE MÜSLÜMAN KILIĞINA GİREBİLİR....2
Bundan sonra da cahiliyet nizamına karşı islami cihada girişilir. https://t.co/ErXWTnFOOM https://t.co/TniZmoHqJd https://t.co/l81KpiQcP7- https://t.co/83wNzZI7qaBağlantıT.C.DEVLETİ SINIRLARI İÇİNDE VİDEOYU ENGELLEMİŞLERDİR.ONUN İÇİN ŞU LİNKLERDEKİ YERLERDE GÖRÜNTÜLEYEBİLİRSİNİZ. https://www.dailymotion.com/video/x3cdngb_seytan-insan-ve-musluman-kiligina-girebilir-2_videogames https://www.facebook.com/huseyin.sasmaz.75/videos/vb.100000324607185/1002015113152633/?type=2&theater https://www.youtube.com/watch?v=I46M-IZ2M5E
Ve kim diyebilir ki hareketli, mücahit İslâm toplumu doğum kontrolü vs. gibi şeylere ihtiyaç duyacaktır... Vücut bulacak olan İslâm toplumunun asil ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçların miktar ve şeklini bugünden tayin etme gücüne sahip değiliz. Zira o toplumun fikir yapısı, duygu ve düşüncesi, değer ölçüleri ve topluma vücut veren fertleri bu günkü cahiliyet toplumunkine hiç uymaz.. Şu halde, henüz mevcut olmayan İslâm toplumunun meçhul olan ihtiyaçlarını karşılamak için eldeki İslâmi hükümler üzerinde tahrifat ve değişiklik yapmaya kimsenin hakkı yoktur! Çıkmaza girmenin başlangıç noktası — daha evvel de söylediğimiz gibi —bugünkü müslümanların teşkil ettiği toplumları gerçek İslâm toplumu kabul etmektir. Bu toplumun fikir yapısı, değer ölçüleri, zihniyeti ve toplumu meydana getiren ferdî yapısı itibariyle bu günkü durumunu muhafaza ederken İslâmî hükümleri kâğıt üzerinden alıp bu topluma tatbik edeceksiniz!.. Müşkülatın temelini teşkil eden fikir; mevcut cahiliyet toplumu-nu halihazırdaki durumuyle esas kabul ederek İslâm dininin kendini bu topluma uydurması gerektiği fikridir. Bu fikre göre Allah’ın dini, bu toplumlann ihtiyaçlarını karşılamak ve müşkillerini halletmek için tavizler vermesi, hükümlerinde değişiklikler-yapması lâzımdır. Aslında; söz konusu olan ihtiyaç ve müşkillerin de, İslâm dinine muhalif oluşlarından ve bu dinin hudutları dışında yaşayışlarından doğmuştur!.. Kanaatimizce artık İslâm dininin, bu günkü müslümanların çok üstünde olan yüceliklerine çekilme zamanı gelmiştir. Artık onu cahiliyetin ihtiyaçlarını gidermekte, bu toplumların arzularını yerine getirmekte kullanmamalıdırlar. Müslüman olduklarını ileri sürenlere — ve bilhassa bu toplumlara fetvalariyle öncülük edenlere — şöy-' le denilmelidir: Gelin önce siz islâma girin ve ona teslim olup hükümlerine boyun eğdiğinSmün edin. Yahut diğer bir ifadeyle: Gelin, önce siz Allah’ın dinine girin ve ubûdiyetinizin yalnız Allah’a olduğunu ilân edin, iman ve islâmın başlıca işareti olan kelime-i şahadeti, ihtiva ettiği mânalarla söyleyin ve kabullenin. Kelime-i Şahadetin ihtiva ettiği mânaya göre; Allah’ın ulûhiyeti yerde de gökte de tek ve birdir. İnsanların, hayatlarında sadece O’nun rubûbiyeti-ni — hakimiyet ve saltanatını — kabul etmeleri lâzımdır. Kulun kula rubûbiyetini, kulun kula hakimiyetini, kulun kula kanun ve nizam vazetmesini bertaraf etmeleri icap eder. ************************ ÖRNEK; https://vimeo.com/196939999 ********************************* Bu söze bütün insanlar — veya onlardan-bir grup — icabet ettiği takdirde gerçek İslâm cemiyetinin kuruluşunda ilk adım atılmış olur. O zaman bu cemiyet, canlı İslâm fıkhının doğup gelişmesi için gerçek zemini teşkil eder. Ve bilfiil Allah’ın şeriatine teslim olmuş olan bu cemiyetin ihtiyaçları, doğan bu fıkıh hükümleriyle karşılanır. Böyle bir cemiyet meydana gelmediği müddetçe fıkıh ve hükümler üzerindeki çalışmalar sadece kendini aldatmaktan ibaret kalır. Bu, tohumu havaya serpmek demektir. Havada tohumun yeşermesi mümkün olmayacağı gibi, boşlukta İslâm fıkhının yeşermesi de mümkün değildir. İslâm fıkhı sahasında fikren çalışmak oldukça rahat bir iştir! Çünkü böyle bir çalışmanın tehlikeli tarafı yoktur! Ancak böyle bir çalışma islâma hizmet değildir. Bu dinin prensiplerinde ve temel yapısında böyle bir çalışma yoktur! Rahat ve selâmet bir işle meşgul olmak isteyenler; gidip edebiyat, sa’nat ve ticaret gibi şeylerle meşgul olsunlar.Bu gün, izah ettiğimiz şekilde İslâm fıkhı ile meşgul olup bunu da islâma hizmet kabul edenler — Allah daha iyi bilir ama — bence hem ömürlerini hem kazançlarını zayi etmektedirler! Allah’ın dini, koyun sürüsü gibi istenilen yere sevkolunmaktan" münezzehtir. Bu dinden kaçan, onu kerih görüp inkâr eden cahiliyet toplumunun isteklerine bu din hâdim ve itaatkâr olarak boyun eğemez... O toplum ki, islâmın şeriat ve saltanatına boyun eğmediği halde zaman zaman kendi çıkarı ve problemlerinin halli için onu istismar etmektedir... Bu dinin fıkhı ve fıkıh hükümleri boşlukta vücut bulamaz ve boşlukta faaliyet gösteremez.. Başlangıçtan itibaren Allah'ın hükümranlığına boyun eğen İslâm toplumu bu fıkıh hükümlerini meydana getirir. Bunun aksi varit olamaz. Yani fıkıh hükümleri İslâm toplumlunu meydana getiremez. İslâmiyetin vücut buluşundaki merhaleler ve atılacak adımlar her zaman aynıdır. Bir gün cahiliyet toplumunun İslâm toplumuna intikal etmesi kolay olmayacaktır. 0 zaman da fıkıh hükümlerini boşlukta kullanarak işe başlanmayacaktır. Vücut bulacak olan İslâm ' toplumu ve islim nizamı için hazır fıkıh hükümleri konamaz. Cahiliyetten İslama geçebilmek için ilk iş boşlukta islam fıkhını hazırlamak değildir. Bu cahiliyet toplumlarının islim toplumu hâline gelebilmesi için muhtaç olduğu şey hazırlanmış bir islim fıkhı değildir. Cahiliyet toplumundan islam toplumuna intikal edebilmek için karşımıza çıkan güçlük, eldeki islamın fıkhı hükümlerinin yetersizliğinden de değildir... Ancak bu konular üzerinde birbirini aldatanlar ve aldananlar vardır! , Hayır! Şu cahiliyet toplumunu islam toplumuna intikal ettirmeye engel olanlar aslında ilihlaştırılmış insanlardır. Bunlar hakimiyetin sadece Allah'a ait olmasını istemiyorlar.Yeryüzünde uluhiyetin yetin ve beşer hayatında rububiyetin Allah’a tahsis edilmesine karşıdırlar. Ve bu suretle islam dininden tamamen çıkmış oluyorlar. Evet, bunların dinden çıkmış oldukları dinin kati hükümleriyle sabittir.. Bunun ötesinde bir de bu uydurma tanrılara tapan beşer toplulukları vardır. — Yani onlara tabi olup emirlerini din emirleri gibi yerine getirirler — Bu suretle ortaya ibadet ve itaat edilen muhtelif tanrılar çıkarırlar. Bu beşer toplulukları da bu türlü hareketleriyle tevhit dininden çıkıp şirke girmiş olur... Zira bu hareketler islam nazarında özellikle şirke sebep olan hareketlerdir. Bu ve o türlüsüyle cahiliyet yeryüzünde nizamını kurar. Ve kurulan bu nizam bir yandan sapık fikirleri kendine temel taşı edinirken, diğer yandan da temellerini maddî kuvvetlerin üzerine oturtur. Bu cahiliyet toplumunu — bu durumda — fıkıh hükümleriyle İslah etmek mümkün değildir. Bu toplumun İslahı ancak yeniden islâma davet edilmeleri ve yeni baştan islâma girmeleriyle mümkündür. ******************** http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb https://www.youtube.com/watch?v=lRGAxG5nkU0&index=1&list=PLkfHFbBueve6YCNdDRIExA4yi_-F3ggP- *********** Bundan sonra da cahiliyet nizamına karşı islimi hareketliliğin bütün imkânlarını kullanarak cihada girişilir. Daha önce cahi-liyete karşı girişilen cihatlarda nelerle karşılaşılmışsa burada da ayni şeylerle karşılaşılır. Ve nihayet Allah islâma girenlerle kavimleri arasında gerçek hükmünü verir.. İşte, ancak ondan sonra sıra fıkıh hükümlerine gelir. Bu topluma tatbik olunacak fıkıh hükümleri, bizzat toplumun canlı zemininde ve kendi tabii seyri içinde gelişerek vücut bulmuştur. Ve yeni baştan doğmuş olan bu taptaze cemiyetin ihtiyaçlarına cevap verecektir. İhtiyacın o günkü hacmine, şekline ve gerekliliğine göre... Ki, — daha önce de söylediğimiz gibi bu hususlar şimdi tamamen meçhuldür. Bugünden bunları tahmine kalkmak veya bunlarla meşgul olmak bu dinin yapısındaki ciddiyetle bağdaşmaz! Bu söylediklerimiz — her halükârda — kitap ve sünnetle tespit edilmiş olan ahkâmı şeriyenin bugün için şeri yönden mevcut olmadığı mânasına gelmez. Ahkâmı şeriye her an için mevcuttur. Bizim belirtmeye çalıştığımız şey, üzerinde bu ahkâmın tatbik olunacağı cemiyetin mevcut olmayışıdır. O cemiyet ki, bu İslâmi hükümler onda tatbik olunsun diye konmuştur. O cemiyet ki, bu hükümler ancak onda tatbik olunabilir. O cemiyet ki, bu hükümler onsuz yaşayamaz. Ve o cemiyet ki, hâlen bilfiil mevcut değildir... Halen askıda bekleyen İslâmî hükümlerin bilfiil mevcut duruma gelebilmesi için o cemiyetin vücut bulması lâzımdır... Kim ki cahiliyet toplumundan kopup yeni baştan müslüman olursa op müslümanın İslâm toplumuna tahakkuk ettirmek yolunda cahiliyetle mücadele etmesi boynuna borçtur. Bu esnada, cahiliyete karşı, cahiliyetin meydana getirdiği putperestliğe karşı ve ilâhlaştırılan şahısların rububiyetle Allah’a şirk koşmalarını normal karşılayan topluluklara karşı açılan mücadelelerde nelerle karşılaşılmışsa bu müslüman da elbette ki aynı şeylerle karşılaşacaktır... İslâm nizamının, hiç değişmeyecek olan bu kaide üzerine kurulabileceğini iyi bilmek lâzımdır. Cahiliyet her canlanışında islâmiyeti karşısında bulmalıdır... İslâm toplumunu hakiki temeller üzerine oturtmanın başlangıç noktası budur. Bu dinin bilfiil mevcut duruma gelmesi ancak bu suretle mümkün olur. Son iki asır içinde Allah şeriatının yerini beşer nizamı aldığı için İslâm dini fiilî mevcudiyetini kaybetmiştir. Ortada camiler, minareler, duâlar ve birtakım İslâmî alâmetler bulunmakla beraber, yeryüzünde gerçek mânada İslâm mevcut değildir. Bugünün, müslüman geçinenleri ise, sonsuz bir uyuşukluk içinde, bu dine his ve heyecanlarıyle bağlanmış kimselerdir. Mahvolup gitmekte olan dinlerini onlar hâlâ selâmette zannediyorlar! Başlangıçta cami, minare veya benzeri alâmetlerin hiç biri ortada yokken İslâm cemiyeti mevcuttu. İnsanlara: Allah’tan başka ilâhınız yoktur, Allah’a tapın, deniliyordu bu cemiyette. Davet edilenler de gerçekten Allah’a ibadet ediyorlardı. Allah’a olan ibadetlerini minare veya benzeri alâmetlerle ifade etmiyorlardı. İbadetleri, sadece Allah’a teslim olup O’na tapmakta canlanıyordu. — İslâm dini başlangıç safhasında olduğu için henüz şer’i hükümler nâzil olmamıştı! Sadece Allah’a ibadet eden bu zevat yeryüzünde maddi kuvvetlere sahip olduktan sonra şer’i hükümler nâzil olmaya başlamıştır. Daha sonra da yaşayışlariyle ilgili ihtiyaçlar karşısında, bizzat kendileri, kitap ve sünnetten birtakım fıkhı hükümler çıkarmışlardır. Tek yol budur. Bunun haricinde yol yoktur... Keşke cahiliyet toplumunu topyekun İslâm toplumuna tahvil etmekten daha kolay bir yol bulunsada, başlangıçtan beri dille dâvet etmek veya İslâmî hükümleri beyan etmek suretiyle mesele halledilebilseydi! Fakat, tek ümit tek çaremiz bu yoldur! Toplumlar! cahiliyet ve putperestlikten kurtarıp islâmia müşerref kılan ve sadece Allah’a ubudiyetlerini sağlayan bu uzun ve çetin yoldur. Her defasında İslâm dâveti bu yoldan geçmiştir.. Tek kişiyle başlayan, sonra büyüyüp cemiyet halini alan müslümanlar bu yoldan geçerek cahili-yetin karşısına çıkmıştır. Bunlar, kendisiyle kavmi arasında Allah’ın hak ile hükmedip kendilerini yeryüzüne yerleştirinceye kadar bütün güçlüklere göğüs germişlerdir... Sonra... Sonra insanlar grub-lar hâlinde Allah'ın dinine girdiler. Allah’ın dini demek O’nun prensibi, O’nun şeriatı, O’nun nizamı demektir. Allah, insanlardan biç bir ferdin bu dinden gayrisine bağlanmasını istemez: “Kim islâmdan başka bir din arzu ederse ondan asla kabul olunmayacaktır”... 15 Bu açıklamalar Hz. Y û s uf ’un durumu hakkındaki hükmün hakikatini gözlerimiz önüne sermiş olsa gerektir. Hz. Yûsuf ’un içinde bulunduğu toplum İslâm toplumu değilde Bu toplumda kendi kendini tezkiye etmemek ve tezkiyeye dayanarak vazife istememek gibi bir kaide yoktu. Aynı zamanda Yûsuf, bir cahiliyet toplumunda emirle hareket eden hizmetçi olmayı değil, emrine itat edilen hükümdar olmayı arzuluyordu. Bu arzusunu gerçekleştirecek fırsat ta gelmişti. Bu fırsatı değerlendirmek suretiyle arzusuna ulaşırsa hem maddi ve hayatî yönden büyük hizmetler yapabilecek, hem de mensup olduğu hak dini M ı s ı r 'da rahatlıkla yayabilecekti. Ve öyle oldu... Vezirler,, hükümdarlar Hz. Yûsuf ’un gölgesinde kaybolup gittiler... YERYÜZÜNDE BİR MEKÂN Bu açıklamalardan sonra tekrar kıssanın ve kıssayı dile getiren âyetlerin özüne dönelim. Yûsuf ’un talep ettiği vazifeye hükümdarın muvafakat ettiğine âyeti kerime temas etmiyor. Âyeti kerimenin : Y û s u f ’un hükümdar nezdindeki değeri pek yüksek olduğu için. Yûsuf ’un talep ettiği herhangi bir şeye onun muvafakat etmemesi söz konusu edilemez, der gibi bir hali var. Yani, yeter ki Yûsuf istesin, muvafakat onun isteğinin içinde mevcuttur, deniyor. Bu sebepten hükümdarın muvafakatından bahsedilmeksizin Yûsuf ’un istediği vazifenin başına geçtiği ima ediliyor. Nitekim bir sonraki âyeti kerime de bu dediklerimizi teyit etmektedir: 56 — Y û s u f ’u böylece o memlekette yerleştirip kendisine mevki verdik. Orada dilediğini yapardı. Biz, rahmetimizi dilediğimize veririz, iyi davrananların ecrini zayi etmeyiz. 57 — Âhret mükâfatı ise iman edip fenalıktan sakınanlar için daha hayırlıdır Böylece Yûsuf ’un suçsuz olduğunu ortaya koymak, hükümdara sevdirmek ve isdediği şeyi hükümdara kabul ettirmek suretiyle kendisini o memlekette yerleştirdik. Sarsılmaz bir hale getirdik. Orada kendisine yüksek bir mevki verdik. Âyeti kerimede geçen ) kelimesiyle Mısır kasddilmekle beraber bütün yeryüzü de kastedilmiş olabilir. Zira o zamanlar Mısır yeryüzünün en büyük ülkesi sayılıyordu. “Orada dilediğini yapardı.” Kuyuda geçirdiği korku ve sıkıntıların, zindanda çektiği kölelik hayatı ve çilelerin karşılığı olarak kendisine istediği şekilde refah ve saadet dolu bir hayat kurabilir. -“Biz, rahmetimizi dilediğimize veririz”.
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
Ve kim diyebilir ki hareketli, mücahit İslâm toplumu doğum kontrolü vs. gibi şeylere ihtiyaç duyacaktır... Vücut bulacak olan İslâm toplumunun asil ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçların miktar ve şeklini bugünden tayin etme gücüne sahip değiliz. Zira o toplumun fikir yapısı, duygu ve düşüncesi, değer ölçüleri ve topluma vücut veren fertleri bu günkü cahiliyet toplumunkine hiç uymaz.. Şu halde, henüz mevcut olmayan İslâm toplumunun meçhul olan ihtiyaçlarını karşılamak için eldeki İslâmi hükümler üzerinde tahrifat ve değişiklik yapmaya kimsenin hakkı yoktur! Çıkmaza girmenin başlangıç noktası — daha evvel de söylediğimiz gibi —bugünkü müslümanların teşkil ettiği toplumları gerçek İslâm toplumu kabul etmektir. Bu toplumun fikir yapısı, değer ölçüleri, zihniyeti ve toplumu meydana getiren ferdî yapısı itibariyle bu günkü durumunu muhafaza ederken İslâmî hükümleri kâğıt üzerinden alıp bu topluma tatbik edeceksiniz!.. Müşkülatın temelini teşkil eden fikir; mevcut cahiliyet toplumu-nu halihazırdaki durumuyle esas kabul ederek İslâm dininin kendini bu topluma uydurması gerektiği fikridir. Bu fikre göre Allah’ın dini, bu toplumlann ihtiyaçlarını karşılamak ve müşkillerini halletmek için tavizler vermesi, hükümlerinde değişiklikler-yapması lâzımdır. Aslında; söz konusu olan ihtiyaç ve müşkillerin de, İslâm dinine muhalif oluşlarından ve bu dinin hudutları dışında yaşayışlarından doğmuştur!.. Kanaatimizce artık İslâm dininin, bu günkü müslümanların çok üstünde olan yüceliklerine çekilme zamanı gelmiştir. Artık onu cahiliyetin ihtiyaçlarını gidermekte, bu toplumların arzularını yerine getirmekte kullanmamalıdırlar. Müslüman olduklarını ileri sürenlere — ve bilhassa bu toplumlara fetvalariyle öncülük edenlere — şöy-' le denilmelidir: Gelin önce siz islâma girin ve ona teslim olup hükümlerine boyun eğdiğinSmün edin. Yahut diğer bir ifadeyle: Gelin, önce siz Allah’ın dinine girin ve ubûdiyetinizin yalnız Allah’a olduğunu ilân edin, iman ve islâmın başlıca işareti olan kelime-i şahadeti, ihtiva ettiği mânalarla söyleyin ve kabullenin. Kelime-i Şahadetin ihtiva ettiği mânaya göre; Allah’ın ulûhiyeti yerde de gökte de tek ve birdir. İnsanların, hayatlarında sadece O’nun rubûbiyeti-ni — hakimiyet ve saltanatını — kabul etmeleri lâzımdır. Kulun kula rubûbiyetini, kulun kula hakimiyetini, kulun kula kanun ve nizam vazetmesini bertaraf etmeleri icap eder. ************************ ÖRNEK; https://vimeo.com/196939999 ********************************* Bu söze bütün insanlar — veya onlardan-bir grup — icabet ettiği takdirde gerçek İslâm cemiyetinin kuruluşunda ilk adım atılmış olur. O zaman bu cemiyet, canlı İslâm fıkhının doğup gelişmesi için gerçek zemini teşkil eder. Ve bilfiil Allah’ın şeriatine teslim olmuş olan bu cemiyetin ihtiyaçları, doğan bu fıkıh hükümleriyle karşılanır. Böyle bir cemiyet meydana gelmediği müddetçe fıkıh ve hükümler üzerindeki çalışmalar sadece kendini aldatmaktan ibaret kalır. Bu, tohumu havaya serpmek demektir. Havada tohumun yeşermesi mümkün olmayacağı gibi, boşlukta İslâm fıkhının yeşermesi de mümkün değildir. İslâm fıkhı sahasında fikren çalışmak oldukça rahat bir iştir! Çünkü böyle bir çalışmanın tehlikeli tarafı yoktur! Ancak böyle bir çalışma islâma hizmet değildir. Bu dinin prensiplerinde ve temel yapısında böyle bir çalışma yoktur! Rahat ve selâmet bir işle meşgul olmak isteyenler; gidip edebiyat, sa’nat ve ticaret gibi şeylerle meşgul olsunlar.Bu gün, izah ettiğimiz şekilde İslâm fıkhı ile meşgul olup bunu da islâma hizmet kabul edenler — Allah daha iyi bilir ama — bence hem ömürlerini hem kazançlarını zayi etmektedirler! Allah’ın dini, koyun sürüsü gibi istenilen yere sevkolunmaktan" münezzehtir. Bu dinden kaçan, onu kerih görüp inkâr eden cahiliyet toplumunun isteklerine bu din hâdim ve itaatkâr olarak boyun eğemez... O toplum ki, islâmın şeriat ve saltanatına boyun eğmediği halde zaman zaman kendi çıkarı ve problemlerinin halli için onu istismar etmektedir... Bu dinin fıkhı ve fıkıh hükümleri boşlukta vücut bulamaz ve boşlukta faaliyet gösteremez.. Başlangıçtan itibaren Allah'ın hükümranlığına boyun eğen İslâm toplumu bu fıkıh hükümlerini meydana getirir. Bunun aksi varit olamaz. Yani fıkıh hükümleri İslâm toplumlunu meydana getiremez. İslâmiyetin vücut buluşundaki merhaleler ve atılacak adımlar her zaman aynıdır. Bir gün cahiliyet toplumunun İslâm toplumuna intikal etmesi kolay olmayacaktır. 0 zaman da fıkıh hükümlerini boşlukta kullanarak işe başlanmayacaktır. Vücut bulacak olan İslâm ' toplumu ve islim nizamı için hazır fıkıh hükümleri konamaz. Cahiliyetten İslama geçebilmek için ilk iş boşlukta islam fıkhını hazırlamak değildir. Bu cahiliyet toplumlarının islim toplumu hâline gelebilmesi için muhtaç olduğu şey hazırlanmış bir islim fıkhı değildir. Cahiliyet toplumundan islam toplumuna intikal edebilmek için karşımıza çıkan güçlük, eldeki islamın fıkhı hükümlerinin yetersizliğinden de değildir... Ancak bu konular üzerinde birbirini aldatanlar ve aldananlar vardır! , Hayır! Şu cahiliyet toplumunu islam toplumuna intikal ettirmeye engel olanlar aslında ilihlaştırılmış insanlardır. Bunlar hakimiyetin sadece Allah'a ait olmasını istemiyorlar.Yeryüzünde uluhiyetin yetin ve beşer hayatında rububiyetin Allah’a tahsis edilmesine karşıdırlar. Ve bu suretle islam dininden tamamen çıkmış oluyorlar. Evet, bunların dinden çıkmış oldukları dinin kati hükümleriyle sabittir.. Bunun ötesinde bir de bu uydurma tanrılara tapan beşer toplulukları vardır. — Yani onlara tabi olup emirlerini din emirleri gibi yerine getirirler — Bu suretle ortaya ibadet ve itaat edilen muhtelif tanrılar çıkarırlar. Bu beşer toplulukları da bu türlü hareketleriyle tevhit dininden çıkıp şirke girmiş olur... Zira bu hareketler islam nazarında özellikle şirke sebep olan hareketlerdir. Bu ve o türlüsüyle cahiliyet yeryüzünde nizamını kurar. Ve kurulan bu nizam bir yandan sapık fikirleri kendine temel taşı edinirken, diğer yandan da temellerini maddî kuvvetlerin üzerine oturtur. Bu cahiliyet toplumunu — bu durumda — fıkıh hükümleriyle İslah etmek mümkün değildir. Bu toplumun İslahı ancak yeniden islâma davet edilmeleri ve yeni baştan islâma girmeleriyle mümkündür. ******************** http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb https://www.youtube.com/watch?v=lRGAxG5nkU0&index=1&list=PLkfHFbBueve6YCNdDRIExA4yi_-F3ggP- *********** Bundan sonra da cahiliyet nizamına karşı islimi hareketliliğin bütün imkânlarını kullanarak cihada girişilir. Daha önce cahi-liyete karşı girişilen cihatlarda nelerle karşılaşılmışsa burada da ayni şeylerle karşılaşılır. Ve nihayet Allah islâma girenlerle kavimleri arasında gerçek hükmünü verir.. İşte, ancak ondan sonra sıra fıkıh hükümlerine gelir. Bu topluma tatbik olunacak fıkıh hükümleri, bizzat toplumun canlı zemininde ve kendi tabii seyri içinde gelişerek vücut bulmuştur. Ve yeni baştan doğmuş olan bu taptaze cemiyetin ihtiyaçlarına cevap verecektir. İhtiyacın o günkü hacmine, şekline ve gerekliliğine göre... Ki, — daha önce de söylediğimiz gibi bu hususlar şimdi tamamen meçhuldür. Bugünden bunları tahmine kalkmak veya bunlarla meşgul olmak bu dinin yapısındaki ciddiyetle bağdaşmaz! Bu söylediklerimiz — her halükârda — kitap ve sünnetle tespit edilmiş olan ahkâmı şeriyenin bugün için şeri yönden mevcut olmadığı mânasına gelmez. Ahkâmı şeriye her an için mevcuttur. Bizim belirtmeye çalıştığımız şey, üzerinde bu ahkâmın tatbik olunacağı cemiyetin mevcut olmayışıdır. O cemiyet ki, bu İslâmi hükümler onda tatbik olunsun diye konmuştur. O cemiyet ki, bu hükümler ancak onda tatbik olunabilir. O cemiyet ki, bu hükümler onsuz yaşayamaz. Ve o cemiyet ki, hâlen bilfiil mevcut değildir... Halen askıda bekleyen İslâmî hükümlerin bilfiil mevcut duruma gelebilmesi için o cemiyetin vücut bulması lâzımdır... Kim ki cahiliyet toplumundan kopup yeni baştan müslüman olursa op müslümanın İslâm toplumuna tahakkuk ettirmek yolunda cahiliyetle mücadele etmesi boynuna borçtur. Bu esnada, cahiliyete karşı, cahiliyetin meydana getirdiği putperestliğe karşı ve ilâhlaştırılan şahısların rububiyetle Allah’a şirk koşmalarını normal karşılayan topluluklara karşı açılan mücadelelerde nelerle karşılaşılmışsa bu müslüman da elbette ki aynı şeylerle karşılaşacaktır... İslâm nizamının, hiç değişmeyecek olan bu kaide üzerine kurulabileceğini iyi bilmek lâzımdır. Cahiliyet her canlanışında islâmiyeti karşısında bulmalıdır... İslâm toplumunu hakiki temeller üzerine oturtmanın başlangıç noktası budur. Bu dinin bilfiil mevcut duruma gelmesi ancak bu suretle mümkün olur. Son iki asır içinde Allah şeriatının yerini beşer nizamı aldığı için İslâm dini fiilî mevcudiyetini kaybetmiştir. Ortada camiler, minareler, duâlar ve birtakım İslâmî alâmetler bulunmakla beraber, yeryüzünde gerçek mânada İslâm mevcut değildir. Bugünün, müslüman geçinenleri ise, sonsuz bir uyuşukluk içinde, bu dine his ve heyecanlarıyle bağlanmış kimselerdir. Mahvolup gitmekte olan dinlerini onlar hâlâ selâmette zannediyorlar! Başlangıçta cami, minare veya benzeri alâmetlerin hiç biri ortada yokken İslâm cemiyeti mevcuttu. İnsanlara: Allah’tan başka ilâhınız yoktur, Allah’a tapın, deniliyordu bu cemiyette. Davet edilenler de gerçekten Allah’a ibadet ediyorlardı. Allah’a olan ibadetlerini minare veya benzeri alâmetlerle ifade etmiyorlardı. İbadetleri, sadece Allah’a teslim olup O’na tapmakta canlanıyordu. — İslâm dini başlangıç safhasında olduğu için henüz şer’i hükümler nâzil olmamıştı! Sadece Allah’a ibadet eden bu zevat yeryüzünde maddi kuvvetlere sahip olduktan sonra şer’i hükümler nâzil olmaya başlamıştır. Daha sonra da yaşayışlariyle ilgili ihtiyaçlar karşısında, bizzat kendileri, kitap ve sünnetten birtakım fıkhı hükümler çıkarmışlardır. Tek yol budur. Bunun haricinde yol yoktur... Keşke cahiliyet toplumunu topyekun İslâm toplumuna tahvil etmekten daha kolay bir yol bulunsada, başlangıçtan beri dille dâvet etmek veya İslâmî hükümleri beyan etmek suretiyle mesele halledilebilseydi! Fakat, tek ümit tek çaremiz bu yoldur! Toplumlar! cahiliyet ve putperestlikten kurtarıp islâmia müşerref kılan ve sadece Allah’a ubudiyetlerini sağlayan bu uzun ve çetin yoldur. Her defasında İslâm dâveti bu yoldan geçmiştir.. Tek kişiyle başlayan, sonra büyüyüp cemiyet halini alan müslümanlar bu yoldan geçerek cahili-yetin karşısına çıkmıştır. Bunlar, kendisiyle kavmi arasında Allah’ın hak ile hükmedip kendilerini yeryüzüne yerleştirinceye kadar bütün güçlüklere göğüs germişlerdir... Sonra... Sonra insanlar grub-lar hâlinde Allah'ın dinine girdiler. Allah’ın dini demek O’nun prensibi, O’nun şeriatı, O’nun nizamı demektir. Allah, insanlardan biç bir ferdin bu dinden gayrisine bağlanmasını istemez: “Kim islâmdan başka bir din arzu ederse ondan asla kabul olunmayacaktır”... 15 Bu açıklamalar Hz. Y û s uf ’un durumu hakkındaki hükmün hakikatini gözlerimiz önüne sermiş olsa gerektir. Hz. Yûsuf ’un içinde bulunduğu toplum İslâm toplumu değilde Bu toplumda kendi kendini tezkiye etmemek ve tezkiyeye dayanarak vazife istememek gibi bir kaide yoktu. Aynı zamanda Yûsuf, bir cahiliyet toplumunda emirle hareket eden hizmetçi olmayı değil, emrine itat edilen hükümdar olmayı arzuluyordu. Bu arzusunu gerçekleştirecek fırsat ta gelmişti. Bu fırsatı değerlendirmek suretiyle arzusuna ulaşırsa hem maddi ve hayatî yönden büyük hizmetler yapabilecek, hem de mensup olduğu hak dini M ı s ı r 'da rahatlıkla yayabilecekti. Ve öyle oldu... Vezirler,, hükümdarlar Hz. Yûsuf ’un gölgesinde kaybolup gittiler... YERYÜZÜNDE BİR MEKÂN Bu açıklamalardan sonra tekrar kıssanın ve kıssayı dile getiren âyetlerin özüne dönelim. Yûsuf ’un talep ettiği vazifeye hükümdarın muvafakat ettiğine âyeti kerime temas etmiyor. Âyeti kerimenin : Y û s u f ’un hükümdar nezdindeki değeri pek yüksek olduğu için. Yûsuf ’un talep ettiği herhangi bir şeye onun muvafakat etmemesi söz konusu edilemez, der gibi bir hali var. Yani, yeter ki Yûsuf istesin, muvafakat onun isteğinin içinde mevcuttur, deniyor. Bu sebepten hükümdarın muvafakatından bahsedilmeksizin Yûsuf ’un istediği vazifenin başına geçtiği ima ediliyor. Nitekim bir sonraki âyeti kerime de bu dediklerimizi teyit etmektedir: 56 — Y û s u f ’u böylece o memlekette yerleştirip kendisine mevki verdik. Orada dilediğini yapardı. Biz, rahmetimizi dilediğimize veririz, iyi davrananların ecrini zayi etmeyiz. 57 — Âhret mükâfatı ise iman edip fenalıktan sakınanlar için daha hayırlıdır Böylece Yûsuf ’un suçsuz olduğunu ortaya koymak, hükümdara sevdirmek ve isdediği şeyi hükümdara kabul ettirmek suretiyle kendisini o memlekette yerleştirdik. Sarsılmaz bir hale getirdik. Orada kendisine yüksek bir mevki verdik. Âyeti kerimede geçen ) kelimesiyle Mısır kasddilmekle beraber bütün yeryüzü de kastedilmiş olabilir. Zira o zamanlar Mısır yeryüzünün en büyük ülkesi sayılıyordu. “Orada dilediğini yapardı.” Kuyuda geçirdiği korku ve sıkıntıların, zindanda çektiği kölelik hayatı ve çilelerin karşılığı olarak kendisine istediği şekilde refah ve saadet dolu bir hayat kurabilir. -“Biz, rahmetimizi dilediğimize veririz”.
3 Fotoğraf3 Fotoğraf
MUTLU MUYUZ? MUTLU MUSUNUZ? MUTLULAR MI?1-dot
Mutluluğun en eftalı şu hesabı yapmaktır. İnsanlığın çoğu bu hesabı yapmadığından kısa ve asılsız mutluluklarla oyalanmaktadırlar. http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/cennet-garanti-belgesi.htmlBağlantıMutluluk, insanın manen gelişip, olgunlaşması sürecini ihtiva eder. Nefsi azgınlaştıran, insanı aşkın olandan kopartan bütün modern tasavvurlar mutsuzluğu çoğaltır. Mutlu olmak, aynı zamanda ne old…
MANİFESTO YOLDAKİLER
Müslüman, dünyayı yorumlamakla değil değiştirmekle mükelleftir. Keza yorumlamak kolay, değişim için gayret göstermek zor olandır. Bunun yolu Kur’an’da ilk nazil olan ayetlerle birlikte gösterilmiştir. Yol buradan başlar… Tasavvurun inşası ile başlayan yol, amellerin ihyası ile devam eder. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fbBağlantıYolda olmak uyanık olmayı gerektirir. Yolda karşılaşılan sorunlar ancak vahyin aydınlığında çözülür. İşaretlere ihtiyaç duyma, geriden gelenlere ise işaretler bırakma sorumluluğu yolda olmanın gere…
KİŞİNİN TAKİP ETMESİ GEREKEN HEDEF... Gerçek/büyük/derin sorunları farkedemeyen toplumlar bilinç/idrak/nitelik katliamına maruz kaldıkları için, küçük sorunlarla oyalanırlar. Yüzeysel-küçük-güncel sorunlar içerisinde bir o yana, bir bu yana sürüklenen toplumlar, nostaljik kültürle, folklorik bir kültürle malül bulundukları için, gerçek zamanları, gerçek dünyayı, gerçek tarihi etkileyebilecek, çözümleyebilecek, yansıtabilecek bir kültür üretemezler. Onun için şu Fikir üzerine yoğunlaşılması lazım. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ******************* SON TEKNOLOJİ VE İLİMİN DOĞRULTUSUNDA YARATICININ VARLIĞININ İSPATI. (Bu kainatı organize eden güç,Müslüman Allah diğerleri de güç,tanrı,god,ilah diye dillendirmektedirler.) https://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/yaraticinin-varliginin-kanitlanmasinda.html?showComment=1484378492524#c3053650240937954689 ******** ALGISAL ZAAFLARIMIZ VAR Hayati gerçeklerle, hayati sorunlarla, tarihsel sorunlarla-gerçeklerle hesaplaşmaya, yüzleşmeye güç yetiremeyen toplumlar/kültürler, yanılsamalarla, yanlışlarla, yanlış bilinçle, yalanlarla birlikte yaşamaya mahkum oluyor. Yanılsamalarla, yanlış bilinçle, yanlışlıklarla kirlenen, kirletilen, güçsüzleştirilen, içi boşaltılan zihin ve ruh dünyamız, bilincimizin sömürgeleştirilmiş olmasını hayati bir sorun olarak görmüyor. Bir yanda gerçekliğin dayanılamaz, tahammül edilemez, kabul edilemez baskısı, bir diğer yanda sınırsız duygusallıklar, romantizmler ve yanılsamalarla, zihinsel karmaşa içinde hayatlarımızı sürdürüyoruz. Irkçı bir kültür ve uygarlığın oluşturduğu jeopolitik gerçekliğin farkında olamamak gibi algısal zaaflarımız var. Bilincimiz sömürgeleştirildiği için, düşünsel/kültürel/felsefi özgünlükleri bütünüyle yok eden taklit, kopya ve öykünme süreçlerini sürdürüyoruz. Modern ya da geleneksel konformizmin sınırları içerisinde kalarak, bu sınırlara tabi olarak ve itaat ederek, bu itaati içselleştirerek kendimizi konumlandırdığımız için, bağımsız, özgür/özgün bir düşünce, kişilik, kimlik sahibi olmayı, bağımsız/özgür bir içerik üretmeyi, üretmek gerektiğini hiç umursamıyoruz. *** Bu zaaflarımızın giderilmesi için şu fikri açıp insanlığa servis etmemiz gerekir. Dertlerin çaresi tedavidir.! Dillendirmek değildir.! *EŞYAYI BAZ,ÖLÇÜ ALDIĞIMIZDA Vahyin,Son asrın ilim ve teknolojisiyle hazırlanmış açılımı bekleyen Fikri. VAHİY KONULARI HARİCİNDE, DALINDA UZMANLAŞMIŞ KİŞİNİN GÖRÜŞLERİ GEÇERLİDİR. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. İNSANDAKİ HALLER..(EŞYADAKİ ÖZELLİKLER.) DEN BAZILARI. Asıl olan. vakanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir. Fikrin oluşum Süreci ve Aşamaları. http://www.iktibasdergisi.com/varolussal-sorunlar-uzerinden-yogunlasmak/
Çıkmaz sokağın başlangıç noktası burasıdır.. Araştırıcı ne zaman bu noktadan başlarsa, işe boşluktan başlamış olacak ve neticede kendini bu boşluğun bir meçhul semtinde akıntıya terk edecektir. İçinde yaşadığımız şu cahiliyet cemiyeti, İslâm cemiyeti değildir.' ------ 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ********** Hal böyle olunca ne İslâm nizamı ne de onun ihtiva ettiği İslâm hukuku bu cemiyette tatbik olunabilir.. Bu mümkün değildir. İslâm nizamının temel prensipleri ve İslâm fıkhının rükunları boşlukta hareket edemez. Boşlukta hareket edebilmesi için boşlukta vücut bulmuş olması lâzımdır! İslâm toplumunu meydana getiren fertlerle cahiliyet toplumunu meydana getiren fertler kat’iyen birbirine benzemez. İslâm toplumunun doğup vücut bulmasına vesile olan fert, âile ve gruplar bu toplumu meydana getirebilmek için — cahiliyetle — mücadeleye girişmiştir. Bu faaliyetleri sırasında sahip olduğu değer ve özellikleri korumasını bilmiştir. Yeni bir toplumdur bu... Yeni doğmuştur... İnsanoğlunu hürriyete kavuşturmak için devamlı hareket hâlindedir. Yeryüzünün her köşesinde... İnsanoğlunun her ferdini... Allah’tan gayrıya tapmaktan kurtarmak için... Putperestlik zilletinden çekip lâyık olduğu yüceliklere çıkarmak için... Evet, putperestliğin'her türlüsünden... Kendi kendini tezkiye etmek ve yüksek mevkilerden vazife istemek mevzuu... Devlet başkanı olan imamın ve diğer devlet adamlarının seçilme mevzuu ve benzeri meseleler... Araştırıcılar boşluk içinde bu mevzuları ele alıyorlar... İçinde yaşadığımız cahiliyet toplumu içinde bu meseleleri halletmeye çalışıyorlar... Bizzat içinde yaşadığımız cemiyet... Bu cemiyete vücut veren fert ve unsurlarla İslâm cemiyetini meydana getiren fert ve unsurlar birbirinden tamamen ayrı şeylerdir... İki cemiyet arasındaki ölçüler ayrı, değerler ayrı, düşünceler ayrı, ahlâklar ayrı, duygu ve tasavvurlar ayrıdır... ^ Banka muameleleri ve bunların faiz üzerine oturtulan temelleri... Sigortalar ve bunların temelini teşkil eden faizler... Doğum kontrolü ve daha birçok şeyler... Bütün bunlar birer müşkülat olarak araştırıcıları yorar ve bu mevzularda sorulan suallere cevap vermeye çalışırlar... Bu kimselerin hepsi de — maalesef — meseleye çıkmaz sokağın ilk noktasından başlıyorlar! İslâm nizamındaki esasların ve ondaki hükümlerin getirilip halihazırdaki şu cahiliyet toplumuna tatbik edilebileceğini düşünüyorlar. Meselenin halline bu sapık yoldan başlıyorlar. Demek ki o zaman — İslâmî hükümler tatbikata konur konmaz — bu toplum derhal İslâm toplumu oluverecektir! Üzücü olmasa dahi gülünç bir fikirdir bu!. Bilmek gerekir ki, İslâm toplumunu İslâm hukuku meydana getirmiş değil, bilâkis İslâm toplumu İslâm hukukunu meydana getirmiştir. İslâm fıkhının bütün hükümlerini bir araya getiriniz, yine bir İslâm cemiyeti vücuda getiremezsiniz. Ancak İslâmî hareketleriyle — başlangıçtan itibaren cahiliyetle mücadele hâlinde olan — ve ikinci merhalede yine İslâmî hareketlerle gerçek hayatın ihtiyaçlarını karşılayan bir İslâm toplumu, özlenen İslâm fıkhını şeriatın temel prensiplerinden iktibas ederek meydana getirebilir... Bunun aksi kat’iyen mümkün değildir! İslâm fıkhı boşlukta vücut bulamayacağı gibi boşlukta yaşayamaz da.. O, kafalarda ve kâğıt üzerinde vücut bulan bir nesne değildir. Sadece hayatın gerçekleri arasında vücut bulur. Hem, herhangi bir hayatın da değil... Onun vücut bulacağı hayat sadece ve sadece İslâm toplumunun hayatıdır... Onun için her şeyden önce, aranan tabiî özelliklere sahip fertlerin meydana getireceği bir İslâm toplumunun mevcut olması lâzımdır. İslâm fıkhı ancak böyle bir vasatta vücut bulup tatbik sahasına konabilir. İşte o zaman herşeyde büyük değişiklikler olacaktır... Cahiliyetle yaptığı mücadele ve hayata karşı gösterdiği hareketlilik sonunda meydana gelen bu İslâm toplumunun o zaman banka, sigorta, doğum kontrolü ve benzeri şeylere ya ihtiyacı olacak, yahut ta olmayacaktır. Böyle bir cemiyetin aslî ihtiyaçlarının neler olduğunu, ne miktar ve ne şekil olacağını bu günden bizler tespit etmeye yetkili değiliz. Tespit edemeyeceğimize "göre bu ihtiyaçları tanzim edecek müeyyideleri koymaya da yetkili değiliz demektir! Diğer taraftan elimizdeki İslâmî hükümler de cahiliyet toplumlannın ihtiyaçlarına cevap vermeye ve isteklerini yerine getirmeye müsait değildir... Zira İslâm dini, cahiliyet toplumlannın varlığını başlangıçtan beri meşru kabul etmemiş, onun devam etmesine rıza göstermemiştir. Bundan dolayıdır ki onun cahiliyetten doğan istek ve ihtiyaçlarını da meşru kabul etmemekte ve telâfisini üzerine almamaktadır! Bu araştırıcıların başlarına gelen gerçek belâ, mevcut cahiliyet toplumunu esas kabul etmelerinden gelmektedir. Onlara göre' 'Allah'ın dini bu topluma uyarak ihtiyaçlarını gidermelidir! Halbuki mesele tam tersinedir. Esas olan Allah’ın dinidir. Beşeriyetin ona tâbi olması, kendini ona uydurması lâzım gelir. Bunun tahakkuku için ise cahiliyet prensiplerinden uzaklaşıp değişikliklere uğraması gerekir... Bu değişiklikleri yapıp islâma uygun bir hâle gelebilmek için bir tek yol vardır, o da — cahiliyeti hedef alan — hareketliliğin içine girmek... O zaman yeryüzünde Allah'ın ulûhiyeti tahakkuk edecek, kullar sadece O’nun rubûbiyetine yönelecekler, insanların hayatına yalnız Allah'ın şeriati hâkim olduğu için putperestlikten ve kula kul olmaktan kurtulacaklardır... Bu hareketler şüphesiz ki bir çok fitne, eziyet ve müşkülatla karşılaşacaktır. Bazıları bu fitnelere kapılıp dininden dönecek, bazıları Allah’a karşı verdiği sözde durup şehit olana kadar mücadele edecek, diğer bazıları ise, kavmiyle kendi arasında Allah’ın hak ile hüküm vereceği ve kendisini yeryüzüne yerleştireceği güne kadar mücadelesine devam edecektir. İşte, ancak o gün İslâm nizamı kurulmuş olur, Kurucuları da o nizama-'gönül verip kendilerini ona uyduran, boylece değerler kazanarak islâmın emrettiği şekilde faaliyet gösterenlerdir. Bu toplumun hayatiyle ilgili ihtiyaç ve isteklerin yapısı, cahiliyet toplumlannınkine benzemez... Artık bu İslâm toplumunun ihtiyaçlarından doğan gerçeklerin ışığı altında hükümler çıkarılabilir. Böylece ortaya canlı, hareketli bir İslâm fıkhı çıkar. Bu | fıkıh — boşlukta değil — muayyen ihtiyaç, istek ve meseleleri içine alan bir vasatta vücut bulmuş olur... O gün İslâm toplumunda zekâtın İslâm esaslarına göre toplanıp yerli yerince sarfedilmeyeceğini bu günden kim iddia edebilir. O toplumda her mıntıka halkının diğerine ve her ferdin diğer ferde karşı sevgi, şefkat ve emniyet içinde hareket etmeyeceğini, cemiyetin lüks ve israftan kurtulup gerçek İslâm hayatına kavuşmayacağını kim söyleyebilir.. Kim diyebilir ki, her türlü fikir ve münasebetlerini tam bir emniyet içinde tanzim edip yürüten bu toplumun sigortaya ihtiyacı olacaktır!.. Sigortaya ihtiyacı olacağını kabul ettiğimiz takdirde bu sigortanın, bu günkü cahiliyet toplumunun düşünce, istek ve ihtiyaçları karşısında doğmuş olan sigorta çeşidinden olacağını kim ileri sürebilir!..1-dot
2 Fotoğraf2 Fotoğraf
İSLÂM'A GÖRE ÇOCUK YETİŞTİRMEK1-dot
Meşhur bir söz vardır. “Çocuk eğitimi eş seçimi ile başlar.” diye. İnsan eşini seçtiğinde aslında çocuğunun anne-babasını da seçmiş oluyor ve evlendiği kişinin kişiliği, tepkileri büyük ihtimalle çocuklarına yansıyor. Hz Peygamber şöyle beyan etmiştir: “Kadın (erkek, ekseriyetle) dört şey için nikahlanır: Güzelliği, malı, soyu ve dindarlığı. Sen dindar/ahlaklı olanı seç ve mutlu ol!" buyurur. (Buharî, Nikah, 15) Çocuğun sağlıklı yetişmesi, düzenli bir eğitim alması ve hayatında başarılı olması için, huzurlu bir aile ortamına ihtiyacı vardır. Anne ve babanın temeli sevgi, saygı, hoşgörü ve karşılıklı anlayışa dayanan mutlu, huzurlu bir aile ortamı hazırlaması gerekir. Dolayısıyla dindar, güzel ahlâklı, İslâma uygun yaşamaya gayret eden eşler, çok iyi geçinirler ve çocuklarını İslâma uygun yetiştirmeye özen gösterirler.Bağlantı
***DAVA ADAMLARINA... 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ***----- Bu toplumda hizmet yapacak olanlar o hizmetin külfetini ancak Allah’ın rızasını kazanmak ve verilen vazifeyi hakkıyle yerine getirmiş olmak için yüklenirler. Bundan ötürüdür ki; kendi kendilerini tezkiye edip iyi insan olduklarını ileri sürerek vazife isteyenler,' kendi menfaatleri için bu vazifeyi basamak yapmak emelini taşırlar.! Bu türlü insanlara vazife verilmemelidir.! Bu gerçeği daha iyi kavrayabilmemiz için İslâm toplumunun neş’et ettiği tabiî şartlara bir gözatmak ve onu meydana getiren fertlerin temel yapısını iyi bilmek gerekir. Bu cemiyeti meydana getiren unsur hareket unsurudur. İslâm cemiyetinde İslâm akidesinin doğurduğu bir hareketlilik vardır... Önce şunu izah edelim: Peygamberlerin yaşadıkları devirlerde İlahî kaynaktan gelen akide, onlar tarafından hem tebliğ hem tatbik edilir. — aradan zaman geçtikten — sonra ise, Allah tarafından gönderilip peygamber tarafından tebliğ ve tatbik olunan bu İlâhî nizamın tebliği ve tatbikini gerçek müslümanlar kabulleniyor. İnsanları hak dine hak nizama davet ediyorlar. Davet edilen yerlere hâkim durumda olan cahiliyetin fitne ve zulümleriyle karşılaşıyorlar. Bunlardan bazıları fitneliklere kapılıp dininden dönüyor, bazıları Allah’a karşı verdiği söze sadakat göstererek şehit olana kadar mücadele ediyor, diğer bazıları ise, kavmiyle kendi arasında Allah’ın hak ile hüküm vereceği güne kadar mücadelesine devam ediyor... Allahuteâlâ bunların yardımcısı oluyor, takdirini bunların meydana getirdiği perde ile gizliyor ve yeryüzüne sağlam bir şekilde yerleştiriyor bunları... Çünkü Allah, kendi nizamının yayılmasına çalışanlara yardımcı olacağını vaad etmiştir. Yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurmaları — yani Allah’ın nizamını hâkim kılmaları — için bunlara yardımcı olup istikrarlarını temin etmeyi üzerine alıyor Allahuteâlâ. Ve bu yoldaki başarı Allah’a bir şey sağlayacak değildir. Gaye Allah dininin muzaffer olması ve kulların Allah’ın rubûbiyetinde istikrar kılmasıdır. İslâmî yaymakta olan bu mü’minler için duracakları belli bir sınır yoktur. Ne coğrafyanın çizdiği sınırlar, ne ırkları birbirinden ayıran hudutlar; ne dillerin, ne renklerin, ne milliyetlerin ne de beşeriyet tarafından meydana getirilen diğer herhangi bir âdi unsurun çizdiği belli bir sınır onların ilerlemesine mani olabilir! Onların bu yolculuğu, sadece, insan denen varlığı rabbani akide sayesinde mutlak hürriyete ulaştırmak içindir. Bütün insanları... Yeryüzünün her karış toprağında Allah’tan gayri tapmakta olduğu her türlü put ve putlaştırılmış yaratıklardan kurtarmak, bu düşük seviyeden alıp lâyık olduğu yüceliklere ulaştırmak için...14 Bu dinin cemiyete bahşettiği hareketlilik esnasında — ki biz bu hareketin, herhangi bir yerde bir İslâm devleti kurulması halinde veya milliyet, kavmiyet gibi şeylerin çizdiği hudutlar önünde durmayacağına işaret etmiştik — fertlerin cemiyet içindeki seviye ve değerleri ortaya çıkar. Bu seviye ve değerlerin kıymet ölçüsü imandır. İman yönünden tartılır ve ölçüye vurulur. Herkes birbirini bu ölçüyle değerlendirir ve bu ölçüyle birbirlerini tanırlar. Cihat yolundaki tahammülde, takvada, sâlih kul olmakta, ibadette, ahlâkta, liyakat ve ehliyette hep bu ölçü kullanılır... Bütün bunları gerçekler tayin eder, hareketler ortaya çıkarır ve hem toplum hem o vasfı taşıyan şahıs tarafından bilinir... Bunun içindir ki, bu vasıflara sahip olan kimseler kendi kendilerini tezkiye etmeye ihtiyaç duymazlar. Böyle bir tezkiyeye dayanarak devlet veya hükümetin yüksek kademelerinde vazife istemezler... İşte böyle bir doğuşla bir İslâm cemiyeti doğar. Bu cemiyeti meydana getiren fertler, cemiyetteki iman hareketlerinin kazandırdığı o yüksek vasıflarla muttasıftırlar. —İslâm cemiyetinin ilk doğduğu sıralarda, Muhacirin, Ensar, ehli Bedir, ehli Biat-ı Rıdvan ve M e k k e fethinden önce hem orduya maddi yardım yapıp hem savaşa katılanlarda görüldüğü gibi — Artık bu cemiyetin fertleri İslâm uğruna her türlü sıkıntıyı memnuniyetle karşılarlar... / Artık böyle bir toplumda hiç kimse diğerini küçümsemez. — Beşer olmaları dolayısıyle zaman zaman zaaf ve ihtirasa düşseler dahi— biribirierindeki fazilet ve liyakatları inkâr etmezler. İşte o zaman, büyük vazife makamları, gerçek tezkiye kaideleriyle tezkiye olunmuş bu insanların vazife talep etmeleri için can atar... Şimdi böyle bir toplumun ancak tarihî şart ve sebeplerle ilk doğuşta kurulabileceğini düşünenler vardır! Bunlar, her İslâm toplumunun yeni baştan kurulması gerektiğini unutuyorlar... Bu gün de, yarın da bu toplum vücuda getirilmek istendiği takdirde, insanları içinde bulundukları cahiliyetten çıkarıp yeni baştan İslâm dinine girmelerini temin etmek gerekir... İşte başlangıç noktası burasıdır... Ondan sonra — İslâmın ilk kuruluşunda olduğu gibi — müşkülatlar ve imtihanlar devresi gelir. Bazısı fitnelere kapılıp dininden döner, bazısı Allah’a karşı verdiği sözde durup şehit oluncaya kadar mücadele eder, bazısı İslâm uğruna bütün güçlükleri sabır ve tahammülle karşılarken mü’min kardeşlerini de ayni sabır ve tahammüle teşvik eder.. Bunlar için cahdiyete tekrar dönmek, kendini ateşe atmak kadar korkunçtur. Artık Allahuteâlâ — ilk kuruluşta müslümanlara yeryüzünde nasıl istikrar sağladı ise — kendilerine istikrarı sağlayıncaya ve kendileriyle kavimleri arasında hak ile hüküm verinceye kadar mücadele ederler. Neticede, Allah’ın mülkü olan yeryüzünün bir köşesinde gerçek İslâm nizamı kurulmuş olur... O vakit bu İslâm nizamının hareketliliği başlangıç noktasından itibaren devam eder. Bu hareketlilik içinde yetişen hareketli mücahitler imanın çeşitli kademelerinde değer ve mevki sahibi olurlar... Artık böyle bir toplumun fertleri için kendi kendilerini tezkiye ("temizlemek, arıtmak")etmek ve yüksek mevkilere aday olmak bahis konusu değildir. Çünkü kendileriyle birlikte mensup oldukları toplum da mücadeleye katılmış, onlardaki değerlere bizzat şahit olmuştur. Onları tezkiye edecek olan da, aday gösterecek olan da toplumun kendisidir!.. ************************ 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ******************************* Bu izahımızdan sonra denebilir ki: Anlattıklarınız İslâm toplumunun kuruluş merhalelerindeki durumlardır. Acaba bu toplum kurulup oturduktan sonra durum ne olacaktır? Böyle bir sual, bu dinin yapısını bilmeyenlerin sualidir! Bilmek lâzımdır ki, bu din devamlı olarak hareket halindedir. Yeryüzündeki insanları... “Bütün yeryüzünü”... “Bütün insanları” Allah’tan başkasına tapmaktan kurtarıp hürriyete kavuşturmak için hareket halindedir... Bitip tükenmesi söz konusu olmayan bu hareketiyle, tabiat, cinsiyet, kavmiyet veya beşeriyetin meydana getirdiği diğer herhangi bir âdi anlayışın hududunda duraklamadan yürüyecek ve insanoğlunu putperestlikten kurtaracaktır!.. Şu halde — bu dinin asıl temel yapısı olan — hareket, müşkülatlara göğüs gerenleri, ehliyet ve liyakat sahibi olanları yetiştirip ortaya koymaya devam edecektir. — İslâmdan uzaklaşmadığı müddetçe — toplumu durgunluğa ve ümitsizliğe düşürecek herhangi bir duraklama kat’iyen söz konusu olamaz. Kendi kendisini tezkiye ederek vazife talebinde bulunmayı yasaklayan fıkıh hükmü de böylece devam edecektir. Tezkiye, ancak İslâm cemiyetinin hareketliliği içinde yüksek vasıflarla yetişenlerin yine o cemiyet tarafından tezkiye edilmesi şeklinde olabilir. Denebilir ki, İslâm toplumu büyüyünce kimse kimseyi tanımaz hâle gelir. Liyakat sahiplerinin propaganda yoluyle kendilerini tanıtmaları ve yapabilecekleri vazifeye talip olmaları gerekir! Bu söz de günümüzün cahiliyet toplumlanndan müteessir olanların vehimlerinden ibarettir... Müslüman topluluğun her mıntıkasında halk birbirini yakından tanır. Her çevre halkının birbirleriyle çeşitli münasebetleri vardır. — Nitekim terbiye, olgunluk ve İslâm topluluğuna bağlılık bunu gerektirir. — Bu suretle her mıntıkanın halkı kendi arasındaki liyakat sahibi insanları yakından tanıyıp bilir. Onlardaki, liyakatin değerini ise iman ölçülerine vurarak takdir eder. Devletin yüksek makamlarına veya mahalli idarelere bunlar arasından ehil olanları göndermek çevre halkı için güç bir iş değildir. Fakat ehemmiyet arzeden emirliklere gelince... Onları imam seçer. İmamı da ehli hal ve akid sahiplerinin namzet gösterdiği kimselerden millet seçer. Yani imam onları, İslâm hareketi içinde temayüz etmiş kimselerin içinden seçer. İslâm cemiyeti daima hareket hâlindedir. Zira cihat kıyamete kadar bakidir. *************** RAŞİDİ HİLAFET VE CİHAD ***DEVLET (OTARİTE) OLMADAN CİHAD OLMAZ. https://www.youtube.com/watch?v=lRGAxG5nkU0&list=PLkfHFbBueve6YCNdDRIExA4yi_-F3ggP-&index=1 **************************** Bugün İslâm nizamı veya İslâm teşkilatı üzerinde fıkir yürütüp kalem oynatanlar yanlış yola sapıp çıkmaza girmektedirler! Bunlar İslâm nizamı esaslarının ve eldeki fıkıh hükümlerinin boşlukta_tatbik edilmesini istiyorlar! Bu nizamın bu günkü fertlerin meydana getirdiği cahiliyet toplumunda tatbikine yelteniyorlar! Halbuki —~ İslâm nizamının temel yapısı ve onun fıkıh hükümleri yanında — bu-günkü cahiliyet topİumu boşluk sayılır,~Bu boşlukta böyle bir nizamın~ve~bu türlü hükümleri tatbiki mümkün değildir .Bu toplumu meydana getiren lertler islâm Toplumunu meydana getiren fertlerle taban tabana zıttır. İslâm toplumu- daha öncede söylediğimız gibi bu toplumdaki İslâmî hareketliliğin yetiştirdiği fertlerden meydana gelmiştir. Birçok değerlere sahip olan bu şahsiyetler islâm nizamını cihana yaymayı kendilerine vazife edinmişlerdir. İnsanları cahiliyetten kurtarıp islâma dahil edebilmek için cahiliyet toplumuyle mücadeleye girişirler. Bu mücadele esnasında cahiliyetin her türlü "baskı, zulüm ve işkencelerine göğüs gererler. Bu faaliyetlerinin başlangıç noktasından son noktasına varıncaya kadar bütün müşkülleri sabır ye tahammülle karşılarlar. Halihazırdaki cahiliyet toplumuna gelince, bu toplum İslâm ve imanla alâkası olmayan esaslar üzerine kurulmuş bir toplumdur.îslâmî hareketlilikten uzak ve uyuşukluk içinde yaşar...'— Bu sebepledir ki — bu toplum, İslâm nizamı ^ve onun fıkıh hükümlerine nispetle boşluk sayılmaktadır'. Bu boşlukta ne İslâm nizamı yaşayabilir, ne de onun fıkıh hükümleri!.-.“ Bahsettiğimiz yazarlar İslâm nizamı ve fıkıh hükümlerinin tatbiki için çare ararlarken kendilerini ilk hayrete düşüren şey İslâm nizamında ehli hal ve akit sahibi kimselerin seçilme tarzıdır. Bunların kendi kendilerini tezkiye edip aday göstermeden seçilebileceklerini bir türlü akıllarına sığdıramazlar! İçinde yaşadığınız şu toplumlarda bu nasıl mümkün olabilir! Zira bu toplumların insanları ne doğru dürüst birbirlerini tanırlar, ne de birbirlerinin liyakat, dürüstlük ve itimat derecelerini bilirler!.. Bunları hayrete düşüren diğer bir husus ta devlet başkanı olan imamın seçilme tarzıdır, imamı doğrudan doğruya halk mı seçecektir, yoksa hal ve akd sahibi zevat mı? İslâm nizamında kendi kendini aday göstermek ve tezkiye etmek gibi şeyler olmadığına göre bu zevatı imamın seçmesi gerekir. Fakat imam tarafından seçilen zevat nasıl tekrar dönüp imamı seçebilir? Seçtiği takdirde en büyük makamı işgal eden imam üzerinde baskı unsuru sayılmazlar mı? Yahut imam onları seçerken liyakattan daha çok, kendisine bağlı kalıp kendisini seçeceklerinden emin olacağı kimseleri o makamlara getirmez mi?.. Yollarını şaşırıp saplandıkları çıkmazda, cevabını bulamadıkları bu ve buna benzer daha bir çok sualler vardır. ^ Ben size, yollarını şaşırıp saptıkları bu çıkmazın başlangıç noktasını izah edeyim. İçinde yaşadığımız şu cahiliyeti kabul ettiğimiz takdirde, ahlâk ve fazilet derecelerini yakinen bildiğimiz fertlerin meydana getirdiği bu cemiyete İslâm nizamı ve İslâm hukukunun uygulanması istenecektir! Çıkmaz sokağın başlangıç noktası burasıdır.. *********************** BİR İNSANIN BU DÜNYAYA GELİŞ GAYESİ İÇİN TAKİP EDECEĞİ İSTİKAMET. http://www.dailymotion.com/video/x3tcd8a SEN VE SENİN DAVAN ÖNEMLİLER İÇİNDE BİR İLK'TİR UNUTMA...! http://www.dailymotion.com/video/x4bi2k2_sen-ve-senin-davan-onemliler-icinde-bir-ilk-tir-unutma_videogames
1 Fotoğraf1 Fotoğraf
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=255838361534239&set=a.147226759062067.1073741828.100013242319421&type=3
***DAVA ADAMLARINA... 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ***----- Bu toplumda hizmet yapacak olanlar o hizmetin külfetini ancak Allah’ın rızasını kazanmak ve verilen vazifeyi hakkıyle yerine getirmiş olmak için yüklenirler. Bundan ötürüdür ki; kendi kendilerini tezkiye edip iyi insan olduklarını ileri sürerek vazife isteyenler,' kendi menfaatleri için bu vazifeyi basamak yapmak emelini taşırlar.! Bu türlü insanlara vazife verilmemelidir.! Bu gerçeği daha iyi kavrayabilmemiz için İslâm toplumunun neş’et ettiği tabiî şartlara bir gözatmak ve onu meydana getiren fertlerin temel yapısını iyi bilmek gerekir. Bu cemiyeti meydana getiren unsur hareket unsurudur. İslâm cemiyetinde İslâm akidesinin doğurduğu bir hareketlilik vardır... Önce şunu izah edelim: Peygamberlerin yaşadıkları devirlerde İlahî kaynaktan gelen akide, onlar tarafından hem tebliğ hem tatbik edilir. — aradan zaman geçtikten — sonra ise, Allah tarafından gönderilip peygamber tarafından tebliğ ve tatbik olunan bu İlâhî nizamın tebliği ve tatbikini gerçek müslümanlar kabulleniyor. İnsanları hak dine hak nizama davet ediyorlar. Davet edilen yerlere hâkim durumda olan cahiliyetin fitne ve zulümleriyle karşılaşıyorlar. Bunlardan bazıları fitneliklere kapılıp dininden dönüyor, bazıları Allah’a karşı verdiği söze sadakat göstererek şehit olana kadar mücadele ediyor, diğer bazıları ise, kavmiyle kendi arasında Allah’ın hak ile hüküm vereceği güne kadar mücadelesine devam ediyor... Allahuteâlâ bunların yardımcısı oluyor, takdirini bunların meydana getirdiği perde ile gizliyor ve yeryüzüne sağlam bir şekilde yerleştiriyor bunları... Çünkü Allah, kendi nizamının yayılmasına çalışanlara yardımcı olacağını vaad etmiştir. Yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurmaları — yani Allah’ın nizamını hâkim kılmaları — için bunlara yardımcı olup istikrarlarını temin etmeyi üzerine alıyor Allahuteâlâ. Ve bu yoldaki başarı Allah’a bir şey sağlayacak değildir. Gaye Allah dininin muzaffer olması ve kulların Allah’ın rubûbiyetinde istikrar kılmasıdır. İslâmî yaymakta olan bu mü’minler için duracakları belli bir sınır yoktur. Ne coğrafyanın çizdiği sınırlar, ne ırkları birbirinden ayıran hudutlar; ne dillerin, ne renklerin, ne milliyetlerin ne de beşeriyet tarafından meydana getirilen diğer herhangi bir âdi unsurun çizdiği belli bir sınır onların ilerlemesine mani olabilir! Onların bu yolculuğu, sadece, insan denen varlığı rabbani akide sayesinde mutlak hürriyete ulaştırmak içindir. Bütün insanları... Yeryüzünün her karış toprağında Allah’tan gayri tapmakta olduğu her türlü put ve putlaştırılmış yaratıklardan kurtarmak, bu düşük seviyeden alıp lâyık olduğu yüceliklere ulaştırmak için...14 Bu dinin cemiyete bahşettiği hareketlilik esnasında — ki biz bu hareketin, herhangi bir yerde bir İslâm devleti kurulması halinde veya milliyet, kavmiyet gibi şeylerin çizdiği hudutlar önünde durmayacağına işaret etmiştik — fertlerin cemiyet içindeki seviye ve değerleri ortaya çıkar. Bu seviye ve değerlerin kıymet ölçüsü imandır. İman yönünden tartılır ve ölçüye vurulur. Herkes birbirini bu ölçüyle değerlendirir ve bu ölçüyle birbirlerini tanırlar. Cihat yolundaki tahammülde, takvada, sâlih kul olmakta, ibadette, ahlâkta, liyakat ve ehliyette hep bu ölçü kullanılır... Bütün bunları gerçekler tayin eder, hareketler ortaya çıkarır ve hem toplum hem o vasfı taşıyan şahıs tarafından bilinir... Bunun içindir ki, bu vasıflara sahip olan kimseler kendi kendilerini tezkiye etmeye ihtiyaç duymazlar. Böyle bir tezkiyeye dayanarak devlet veya hükümetin yüksek kademelerinde vazife istemezler... İşte böyle bir doğuşla bir İslâm cemiyeti doğar. Bu cemiyeti meydana getiren fertler, cemiyetteki iman hareketlerinin kazandırdığı o yüksek vasıflarla muttasıftırlar. —İslâm cemiyetinin ilk doğduğu sıralarda, Muhacirin, Ensar, ehli Bedir, ehli Biat-ı Rıdvan ve M e k k e fethinden önce hem orduya maddi yardım yapıp hem savaşa katılanlarda görüldüğü gibi — Artık bu cemiyetin fertleri İslâm uğruna her türlü sıkıntıyı memnuniyetle karşılarlar... / Artık böyle bir toplumda hiç kimse diğerini küçümsemez. — Beşer olmaları dolayısıyle zaman zaman zaaf ve ihtirasa düşseler dahi— biribirierindeki fazilet ve liyakatları inkâr etmezler. İşte o zaman, büyük vazife makamları, gerçek tezkiye kaideleriyle tezkiye olunmuş bu insanların vazife talep etmeleri için can atar... Şimdi böyle bir toplumun ancak tarihî şart ve sebeplerle ilk doğuşta kurulabileceğini düşünenler vardır! Bunlar, her İslâm toplumunun yeni baştan kurulması gerektiğini unutuyorlar... Bu gün de, yarın da bu toplum vücuda getirilmek istendiği takdirde, insanları içinde bulundukları cahiliyetten çıkarıp yeni baştan İslâm dinine girmelerini temin etmek gerekir... İşte başlangıç noktası burasıdır... Ondan sonra — İslâmın ilk kuruluşunda olduğu gibi — müşkülatlar ve imtihanlar devresi gelir. Bazısı fitnelere kapılıp dininden döner, bazısı Allah’a karşı verdiği sözde durup şehit oluncaya kadar mücadele eder, bazısı İslâm uğruna bütün güçlükleri sabır ve tahammülle karşılarken mü’min kardeşlerini de ayni sabır ve tahammüle teşvik eder.. Bunlar için cahdiyete tekrar dönmek, kendini ateşe atmak kadar korkunçtur. Artık Allahuteâlâ — ilk kuruluşta müslümanlara yeryüzünde nasıl istikrar sağladı ise — kendilerine istikrarı sağlayıncaya ve kendileriyle kavimleri arasında hak ile hüküm verinceye kadar mücadele ederler. Neticede, Allah’ın mülkü olan yeryüzünün bir köşesinde gerçek İslâm nizamı kurulmuş olur... O vakit bu İslâm nizamının hareketliliği başlangıç noktasından itibaren devam eder. Bu hareketlilik içinde yetişen hareketli mücahitler imanın çeşitli kademelerinde değer ve mevki sahibi olurlar... Artık böyle bir toplumun fertleri için kendi kendilerini tezkiye ("temizlemek, arıtmak")etmek ve yüksek mevkilere aday olmak bahis konusu değildir. Çünkü kendileriyle birlikte mensup oldukları toplum da mücadeleye katılmış, onlardaki değerlere bizzat şahit olmuştur. Onları tezkiye edecek olan da, aday gösterecek olan da toplumun kendisidir!.. ************************ 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ******************************* Bu izahımızdan sonra denebilir ki: Anlattıklarınız İslâm toplumunun kuruluş merhalelerindeki durumlardır. Acaba bu toplum kurulup oturduktan sonra durum ne olacaktır? Böyle bir sual, bu dinin yapısını bilmeyenlerin sualidir! Bilmek lâzımdır ki, bu din devamlı olarak hareket halindedir. Yeryüzündeki insanları... “Bütün yeryüzünü”... “Bütün insanları” Allah’tan başkasına tapmaktan kurtarıp hürriyete kavuşturmak için hareket halindedir... Bitip tükenmesi söz konusu olmayan bu hareketiyle, tabiat, cinsiyet, kavmiyet veya beşeriyetin meydana getirdiği diğer herhangi bir âdi anlayışın hududunda duraklamadan yürüyecek ve insanoğlunu putperestlikten kurtaracaktır!.. Şu halde — bu dinin asıl temel yapısı olan — hareket, müşkülatlara göğüs gerenleri, ehliyet ve liyakat sahibi olanları yetiştirip ortaya koymaya devam edecektir. — İslâmdan uzaklaşmadığı müddetçe — toplumu durgunluğa ve ümitsizliğe düşürecek herhangi bir duraklama kat’iyen söz konusu olamaz. Kendi kendisini tezkiye ederek vazife talebinde bulunmayı yasaklayan fıkıh hükmü de böylece devam edecektir. Tezkiye, ancak İslâm cemiyetinin hareketliliği içinde yüksek vasıflarla yetişenlerin yine o cemiyet tarafından tezkiye edilmesi şeklinde olabilir. Denebilir ki, İslâm toplumu büyüyünce kimse kimseyi tanımaz hâle gelir. Liyakat sahiplerinin propaganda yoluyle kendilerini tanıtmaları ve yapabilecekleri vazifeye talip olmaları gerekir! Bu söz de günümüzün cahiliyet toplumlanndan müteessir olanların vehimlerinden ibarettir... Müslüman topluluğun her mıntıkasında halk birbirini yakından tanır. Her çevre halkının birbirleriyle çeşitli münasebetleri vardır. — Nitekim terbiye, olgunluk ve İslâm topluluğuna bağlılık bunu gerektirir. — Bu suretle her mıntıkanın halkı kendi arasındaki liyakat sahibi insanları yakından tanıyıp bilir. Onlardaki, liyakatin değerini ise iman ölçülerine vurarak takdir eder. Devletin yüksek makamlarına veya mahalli idarelere bunlar arasından ehil olanları göndermek çevre halkı için güç bir iş değildir. Fakat ehemmiyet arzeden emirliklere gelince... Onları imam seçer. İmamı da ehli hal ve akid sahiplerinin namzet gösterdiği kimselerden millet seçer. Yani imam onları, İslâm hareketi içinde temayüz etmiş kimselerin içinden seçer. İslâm cemiyeti daima hareket hâlindedir. Zira cihat kıyamete kadar bakidir. *************** RAŞİDİ HİLAFET VE CİHAD ***DEVLET (OTARİTE) OLMADAN CİHAD OLMAZ. https://www.youtube.com/watch?v=lRGAxG5nkU0&list=PLkfHFbBueve6YCNdDRIExA4yi_-F3ggP-&index=1 **************************** Bugün İslâm nizamı veya İslâm teşkilatı üzerinde fıkir yürütüp kalem oynatanlar yanlış yola sapıp çıkmaza girmektedirler! Bunlar İslâm nizamı esaslarının ve eldeki fıkıh hükümlerinin boşlukta_tatbik edilmesini istiyorlar! Bu nizamın bu günkü fertlerin meydana getirdiği cahiliyet toplumunda tatbikine yelteniyorlar! Halbuki —~ İslâm nizamının temel yapısı ve onun fıkıh hükümleri yanında — bu-günkü cahiliyet topİumu boşluk sayılır,~Bu boşlukta böyle bir nizamın~ve~bu türlü hükümleri tatbiki mümkün değildir .Bu toplumu meydana getiren lertler islâm Toplumunu meydana getiren fertlerle taban tabana zıttır. İslâm toplumu- daha öncede söylediğimız gibi bu toplumdaki İslâmî hareketliliğin yetiştirdiği fertlerden meydana gelmiştir. Birçok değerlere sahip olan bu şahsiyetler islâm nizamını cihana yaymayı kendilerine vazife edinmişlerdir. İnsanları cahiliyetten kurtarıp islâma dahil edebilmek için cahiliyet toplumuyle mücadeleye girişirler. Bu mücadele esnasında cahiliyetin her türlü "baskı, zulüm ve işkencelerine göğüs gererler. Bu faaliyetlerinin başlangıç noktasından son noktasına varıncaya kadar bütün müşkülleri sabır ye tahammülle karşılarlar. Halihazırdaki cahiliyet toplumuna gelince, bu toplum İslâm ve imanla alâkası olmayan esaslar üzerine kurulmuş bir toplumdur.îslâmî hareketlilikten uzak ve uyuşukluk içinde yaşar...'— Bu sebepledir ki — bu toplum, İslâm nizamı ^ve onun fıkıh hükümlerine nispetle boşluk sayılmaktadır'. Bu boşlukta ne İslâm nizamı yaşayabilir, ne de onun fıkıh hükümleri!.-.“ Bahsettiğimiz yazarlar İslâm nizamı ve fıkıh hükümlerinin tatbiki için çare ararlarken kendilerini ilk hayrete düşüren şey İslâm nizamında ehli hal ve akit sahibi kimselerin seçilme tarzıdır. Bunların kendi kendilerini tezkiye edip aday göstermeden seçilebileceklerini bir türlü akıllarına sığdıramazlar! İçinde yaşadığınız şu toplumlarda bu nasıl mümkün olabilir! Zira bu toplumların insanları ne doğru dürüst birbirlerini tanırlar, ne de birbirlerinin liyakat, dürüstlük ve itimat derecelerini bilirler!.. Bunları hayrete düşüren diğer bir husus ta devlet başkanı olan imamın seçilme tarzıdır, imamı doğrudan doğruya halk mı seçecektir, yoksa hal ve akd sahibi zevat mı? İslâm nizamında kendi kendini aday göstermek ve tezkiye etmek gibi şeyler olmadığına göre bu zevatı imamın seçmesi gerekir. Fakat imam tarafından seçilen zevat nasıl tekrar dönüp imamı seçebilir? Seçtiği takdirde en büyük makamı işgal eden imam üzerinde baskı unsuru sayılmazlar mı? Yahut imam onları seçerken liyakattan daha çok, kendisine bağlı kalıp kendisini seçeceklerinden emin olacağı kimseleri o makamlara getirmez mi?.. Yollarını şaşırıp saplandıkları çıkmazda, cevabını bulamadıkları bu ve buna benzer daha bir çok sualler vardır. ^ Ben size, yollarını şaşırıp saptıkları bu çıkmazın başlangıç noktasını izah edeyim. İçinde yaşadığımız şu cahiliyeti kabul ettiğimiz takdirde, ahlâk ve fazilet derecelerini yakinen bildiğimiz fertlerin meydana getirdiği bu cemiyete İslâm nizamı ve İslâm hukukunun uygulanması istenecektir! Çıkmaz sokağın başlangıç noktası burasıdır.. *********************** BİR İNSANIN BU DÜNYAYA GELİŞ GAYESİ İÇİN TAKİP EDECEĞİ İSTİKAMET. http://www.dailymotion.com/video/x3tcd8a SEN VE SENİN DAVAN ÖNEMLİLER İÇİNDE BİR İLK'TİR UNUTMA...! http://www.dailymotion.com/video/x4bi2k2_sen-ve-senin-davan-onemliler-icinde-bir-ilk-tir-unutma_videogamesBağlantı***DAVA ADAMLARINA... 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ***----- Bu toplumda hizmet yapacak olanlar o hizmetin külfetini ancak Allah’ın rızasını kazanmak ve verilen vazifeyi hakkıyle yerine getirmiş olmak için yüklenirler. Bundan ötürüdür ki; kendi kendilerini tezkiye edip iyi insan olduklarını ileri sürerek vazife isteyenler,' kendi menfaatleri için bu vazifeyi basamak yapmak emelini taşırlar.! Bu türlü insanlara vazife verilmemelidir.! Bu gerçeği daha iyi kavrayabilmemiz için İslâm toplumunun neş’et ettiği tabiî şartlara bir gözatmak ve onu meydana getiren fertlerin temel yapısını iyi bilmek gerekir. Bu cemiyeti meydana getiren unsur hareket unsurudur. İslâm cemiyetinde İslâm akidesinin doğurduğu bir hareketlilik vardır... Önce şunu izah edelim: Peygamberlerin yaşadıkları devirlerde İlahî kaynaktan gelen akide, onlar tarafından hem tebliğ hem tatbik edilir. — aradan zaman geçtikten — sonra ise, Allah tarafından gönderilip peygamber tarafından tebliğ ve tatbik olunan bu İlâhî nizamın tebliği ve tatbikini gerçek müslümanlar kabulleniyor. İnsanları hak dine hak nizama davet ediyorlar. Davet edilen yerlere hâkim durumda olan cahiliyetin fitne ve zulümleriyle karşılaşıyorlar. Bunlardan bazıları fitneliklere kapılıp dininden dönüyor, bazıları Allah’a karşı verdiği söze sadakat göstererek şehit olana kadar mücadele ediyor, diğer bazıları ise, kavmiyle kendi arasında Allah’ın hak ile hüküm vereceği güne kadar mücadelesine devam ediyor... Allahuteâlâ bunların yardımcısı oluyor, takdirini bunların meydana getirdiği perde ile gizliyor ve yeryüzüne sağlam bir şekilde yerleştiriyor bunları... Çünkü Allah, kendi nizamının yayılmasına çalışanlara yardımcı olacağını vaad etmiştir. Yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurmaları — yani Allah’ın nizamını hâkim kılmaları — için bunlara yardımcı olup istikrarlarını temin etmeyi üzerine alıyor Allahuteâlâ. Ve bu yoldaki başarı Allah’a bir şey sağlayacak değildir. Gaye Allah dininin muzaffer olması ve kulların Allah’ın rubûbiyetinde istikrar kılmasıdır. İslâmî yaymakta olan bu mü’minler için duracakları belli bir sınır yoktur. Ne coğrafyanın çizdiği sınırlar, ne ırkları birbirinden ayıran hudutlar; ne dillerin, ne renklerin, ne milliyetlerin ne de beşeriyet tarafından meydana getirilen diğer herhangi bir âdi unsurun çizdiği belli bir sınır onların ilerlemesine mani olabilir! Onların bu yolculuğu, sadece, insan denen varlığı rabbani akide sayesinde mutlak hürriyete ulaştırmak içindir. Bütün insanları... Yeryüzünün her karış toprağında Allah’tan gayri tapmakta olduğu her türlü put ve putlaştırılmış yaratıklardan kurtarmak, bu düşük seviyeden alıp lâyık olduğu yüceliklere ulaştırmak için...14 Bu dinin cemiyete bahşettiği hareketlilik esnasında — ki biz bu hareketin, herhangi bir yerde bir İslâm devleti kurulması halinde veya milliyet, kavmiyet gibi şeylerin çizdiği hudutlar önünde durmayacağına işaret etmiştik — fertlerin cemiyet içindeki seviye ve değerleri ortaya çıkar. Bu seviye ve değerlerin kıymet ölçüsü imandır. İman yönünden tartılır ve ölçüye vurulur. Herkes birbirini bu ölçüyle değerlendirir ve bu ölçüyle birbirlerini tanırlar. Cihat yolundaki tahammülde, takvada, sâlih kul olmakta, ibadette, ahlâkta, liyakat ve ehliyette hep bu ölçü kullanılır... Bütün bunları gerçekler tayin eder, hareketler ortaya çıkarır ve hem toplum hem o vasfı taşıyan şahıs tarafından bilinir... Bunun içindir ki, bu vasıflara sahip olan kimseler kendi kendilerini tezkiye etmeye ihtiyaç duymazlar. Böyle bir tezkiyeye dayanarak devlet veya hükümetin yüksek kademelerinde vazife istemezler... İşte böyle bir doğuşla bir İslâm cemiyeti doğar. Bu cemiyeti meydana getiren fertler, cemiyetteki iman hareketlerinin kazandırdığı o yüksek vasıflarla muttasıftırlar. —İslâm cemiyetinin ilk doğduğu sıralarda, Muhacirin, Ensar, ehli Bedir, ehli Biat-ı Rıdvan ve M e k k e fethinden önce hem orduya maddi yardım yapıp hem savaşa katılanlarda görüldüğü gibi — Artık bu cemiyetin fertleri İslâm uğruna her türlü sıkıntıyı memnuniyetle karşılarlar... / Artık böyle bir toplumda hiç kimse diğerini küçümsemez. — Beşer olmaları dolayısıyle zaman zaman zaaf ve ihtirasa düşseler dahi— biribirierindeki fazilet ve liyakatları inkâr etmezler. İşte o zaman, büyük vazife makamları, gerçek tezkiye kaideleriyle tezkiye olunmuş bu insanların vazife talep etmeleri için can atar... Şimdi böyle bir toplumun ancak tarihî şart ve sebeplerle ilk doğuşta kurulabileceğini düşünenler vardır! Bunlar, her İslâm toplumunun yeni baştan kurulması gerektiğini unutuyorlar... Bu gün de, yarın da bu toplum vücuda getirilmek istendiği takdirde, insanları içinde bulundukları cahiliyetten çıkarıp yeni baştan İslâm dinine girmelerini temin etmek gerekir... İşte başlangıç noktası burasıdır... Ondan sonra — İslâmın ilk kuruluşunda olduğu gibi — müşkülatlar ve imtihanlar devresi gelir. Bazısı fitnelere kapılıp dininden döner, bazısı Allah’a karşı verdiği sözde durup şehit oluncaya kadar mücadele eder, bazısı İslâm uğruna bütün güçlükleri sabır ve tahammülle karşılarken mü’min kardeşlerini de ayni sabır ve tahammüle teşvik eder.. Bunlar için cahdiyete tekrar dönmek, kendini ateşe atmak kadar korkunçtur. Artık Allahuteâlâ — ilk kuruluşta müslümanlara yeryüzünde nasıl istikrar sağladı ise — kendilerine istikrarı sağlayıncaya ve kendileriyle kavimleri arasında hak ile hüküm verinceye kadar mücadele ederler. Neticede, Allah’ın mülkü olan yeryüzünün bir köşesinde gerçek İslâm nizamı kurulmuş olur... O vakit bu İslâm nizamının hareketliliği başlangıç noktasından itibaren devam eder. Bu hareketlilik içinde yetişen hareketli mücahitler imanın çeşitli kademelerinde değer ve mevki sahibi olurlar... Artık böyle bir toplumun fertleri için kendi kendilerini tezkiye ("temizlemek, arıtmak")etmek ve yüksek mevkilere aday olmak bahis konusu değildir. Çünkü kendileriyle birlikte mensup oldukları toplum da mücadeleye katılmış, onlardaki değerlere bizzat şahit olmuştur. Onları tezkiye edecek olan da, aday gösterecek olan da toplumun kendisidir!.. ************************ 2017*son asrın,yüz yılın teknolojisiyle,ilmiyle hazırlanmış İslam Akidesi. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb ******************************* Bu izahımızdan sonra denebilir ki: Anlattıklarınız İslâm toplumunun kuruluş merhalelerindeki durumlardır. Acaba bu toplum kurulup oturduktan sonra durum ne olacaktır? Böyle bir sual, bu dinin yapısını bilmeyenlerin sualidir! Bilmek lâzımdır ki, bu din devamlı olarak hareket halindedir. Yeryüzündeki insanları... “Bütün yeryüzünü”... “Bütün insanları” Allah’tan başkasına tapmaktan kurtarıp hürriyete kavuşturmak için hareket halindedir... Bitip tükenmesi söz konusu olmayan bu hareketiyle, tabiat, cinsiyet, kavmiyet veya beşeriyetin meydana getirdiği diğer herhangi bir âdi anlayışın hududunda duraklamadan yürüyecek ve insanoğlunu putperestlikten kurtaracaktır!.. Şu halde — bu dinin asıl temel yapısı olan — hareket, müşkülatlara göğüs gerenleri, ehliyet ve liyakat sahibi olanları yetiştirip ortaya koymaya devam edecektir. — İslâmdan uzaklaşmadığı müddetçe — toplumu durgunluğa ve ümitsizliğe düşürecek herhangi bir duraklama kat’iyen söz konusu olamaz. Kendi kendisini tezkiye ederek vazife talebinde bulunmayı yasaklayan fıkıh hükmü de böylece devam edecektir. Tezkiye, ancak İslâm cemiyetinin hareketliliği içinde yüksek vasıflarla yetişenlerin yine o cemiyet tarafından tezkiye edilmesi şeklinde olabilir. Denebilir ki, İslâm toplumu büyüyünce kimse kimseyi tanımaz hâle gelir. Liyakat sahiplerinin propaganda yoluyle kendilerini tanıtmaları ve yapabilecekleri vazifeye talip olmaları gerekir! Bu söz de günümüzün cahiliyet toplumlanndan müteessir olanların vehimlerinden ibarettir... Müslüman topluluğun her mıntıkasında halk birbirini yakından tanır. Her çevre halkının birbirleriyle çeşitli münasebetleri vardır. — Nitekim terbiye, olgunluk ve İslâm topluluğuna bağlılık bunu gerektirir. — Bu suretle her mıntıkanın halkı kendi arasındaki liyakat sahibi insanları yakından tanıyıp bilir. Onlardaki, liyakatin değerini ise iman ölçülerine vurarak takdir eder. Devletin yüksek makamlarına veya mahalli idarelere bunlar arasından ehil olanları göndermek çevre halkı için güç bir iş değildir. Fakat ehemmiyet arzeden emirliklere gelince... Onları imam seçer. İmamı da ehli hal ve akid sahiplerinin namzet gösterdiği kimselerden millet seçer. Yani imam onları, İslâm hareketi içinde temayüz etmiş kimselerin içinden seçer. İslâm cemiyeti daima hareket hâlindedir. Zira cihat kıyamete kadar bakidir. *************** RAŞİDİ HİLAFET VE CİHAD ***DEVLET (OTARİTE) OLMADAN CİHAD OLMAZ. https://www.youtube.com/watch?v=lRGAxG5nkU0&list=PLkfHFbBueve6YCNdDRIExA4yi_-F3ggP-&index=1 **************************** Bugün İslâm nizamı veya İslâm teşkilatı üzerinde fıkir yürütüp kalem oynatanlar yanlış yola sapıp çıkmaza girmektedirler! Bunlar İslâm nizamı esaslarının ve eldeki fıkıh hükümlerinin boşlukta_tatbik edilmesini istiyorlar! Bu nizamın bu günkü fertlerin meydana getirdiği cahiliyet toplumunda tatbikine yelteniyorlar! Halbuki —~ İslâm nizamının temel yapısı ve onun fıkıh hükümleri yanında — bu-günkü cahiliyet topİumu boşluk sayılır,~Bu boşlukta böyle bir nizamın~ve~bu türlü hükümleri tatbiki mümkün değildir .Bu toplumu meydana getiren lertler islâm Toplumunu meydana getiren fertlerle taban tabana zıttır. İslâm toplumu- daha öncede söylediğimız gibi bu toplumdaki İslâmî hareketliliğin yetiştirdiği fertlerden meydana gelmiştir. Birçok değerlere sahip olan bu şahsiyetler islâm nizamını cihana yaymayı kendilerine vazife edinmişlerdir. İnsanları cahiliyetten kurtarıp islâma dahil edebilmek için cahiliyet toplumuyle mücadeleye girişirler. Bu mücadele esnasında cahiliyetin her türlü "baskı, zulüm ve işkencelerine göğüs gererler. Bu faaliyetlerinin başlangıç noktasından son noktasına varıncaya kadar bütün müşkülleri sabır ye tahammülle karşılarlar. Halihazırdaki cahiliyet toplumuna gelince, bu toplum İslâm ve imanla alâkası olmayan esaslar üzerine kurulmuş bir toplumdur.îslâmî hareketlilikten uzak ve uyuşukluk içinde yaşar...'— Bu sebepledir ki — bu toplum, İslâm nizamı ^ve onun fıkıh hükümlerine nispetle boşluk sayılmaktadır'. Bu boşlukta ne İslâm nizamı yaşayabilir, ne de onun fıkıh hükümleri!.-.“ Bahsettiğimiz yazarlar İslâm nizamı ve fıkıh hükümlerinin tatbiki için çare ararlarken kendilerini ilk hayrete düşüren şey İslâm nizamında ehli hal ve akit sahibi kimselerin seçilme tarzıdır. Bunların kendi kendilerini tezkiye edip aday göstermeden seçilebileceklerini bir türlü akıllarına sığdıramazlar! İçinde yaşadığınız şu toplumlarda bu nasıl mümkün olabilir! Zira bu toplumların insanları ne doğru dürüst birbirlerini tanırlar, ne de birbirlerinin liyakat, dürüstlük ve itimat derecelerini bilirler!.. Bunları hayrete düşüren diğer bir husus ta devlet başkanı olan imamın seçilme tarzıdır, imamı doğrudan doğruya halk mı seçecektir, yoksa hal ve akd sahibi zevat mı? İslâm nizamında kendi kendini aday göstermek ve tezkiye etmek gibi şeyler olmadığına göre bu zevatı imamın seçmesi gerekir. Fakat imam tarafından seçilen zevat nasıl tekrar dönüp imamı seçebilir? Seçtiği takdirde en büyük makamı işgal eden imam üzerinde baskı unsuru sayılmazlar mı? Yahut imam onları seçerken liyakattan daha çok, kendisine bağlı kalıp kendisini seçeceklerinden emin olacağı kimseleri o makamlara getirmez mi?.. Yollarını şaşırıp saplandıkları çıkmazda, cevabını bulamadıkları bu ve buna benzer daha bir çok sualler vardır. ^ Ben size, yollarını şaşırıp saptıkları bu çıkmazın başlangıç noktasını izah edeyim. İçinde yaşadığımız şu cahiliyeti kabul ettiğimiz takdirde, ahlâk ve fazilet derecelerini yakinen bildiğimiz fertlerin meydana getirdiği bu cemiyete İslâm nizamı ve İslâm hukukunun uygulanması istenecektir! Çıkmaz sokağın başlangıç noktası burasıdır.. *********************** BİR İNSANIN BU DÜNYAYA GELİŞ GAYESİ İÇİN TAKİP EDECEĞİ İSTİKAMET. http://www.dailymotion.com/video/x3tcd8a SEN VE SENİN DAVAN ÖNEMLİLER İÇİNDE BİR İLK'TİR UNUTMA...! http://www.dailymotion.com/video/x4bi2k2_sen-ve-senin-davan-onemliler-icinde-bir-ilk-tir-unutma_videogames