Dostunu düşmanını tanıman için önce matematiksel ( işlenmemiş ham bilgidir) verilerini bilmen gerekir. https://namenstr8bredaholland.blogspot.com/2018/07/dostunu-dusmann-tanman-icin-once.html
Bu Blogda Ara
22 Ağustos 2017 Salı
18 Ağustos 2017 Cuma
Vahyin özüne dönmek, kendi fıtratımıza sahip çıkmaktır. Fıtratı bozulmamış bir insanın destekçisi de Allah Teala’dır.
Vahyin özüne dönmek, kendi fıtratımıza sahip çıkmaktır. Fıtratı bozulmamış bir insanın destekçisi de Allah Teala’dır.
***
(Vahiy sade peygamberlere geldiğinden,sadece onların kendileri biliyordu Delilin yakin olarak kesin olduğunu.En yakını bile Delilin yakiniliğinde kesinlik yok idi.Ama bu gün deliller kati.EŞYA BAZ,ÖLÇÜ alındığında her şey çözülecektir.)
DİKKAT SEN BU GÜN PEYGAMBERLERDEN DAHA TOLERANSLI,AVANTAŞLISIN.2017 NESLİ.
***
İman, insan olmanın, yaradılışı veya oluşu tanımanın, varlık aleminde meydana gelen olayları anlamanın, evrendeki sırları bilmenin sonunda bütün dengeleri bulmanın yoludur.
***
Bunların işi de bu jammer lar gibi frekans karıştırıcılığı yapmaktadırlar.
Gökmen Tören
selemun aleykum
Hüseyin
aleykümselam
Gökmen Tören
abi bana bi arkadaş Jean Paul Sartre'nın Ahlak ve Estetik adlı makalesini gönderdi size onu göndersem yorumlaya bilirmisin
pazartesine kadar vaktimiz var
****************************************************
Şimdi bu genci, ne duyguları, bireysel davranışı Ve somut merhameti ahlak temeli yaparak annesinin yanında kalmayı seçti diye; ne de özveriyi yeğleyip İngiltere’ye geçmeyi seçti diye kınayabilir; nedensiz ve gereksiz bir seçim yapmış olmakla suçlayabiliriz. İnsan ta baştan, (ezelden) hazır yaratılmış değildir. O kendini belirleyendir. Koşulların baskısı onu bir seçim yapmaya zorlar, ahlakını seçtikleriyle tamamlar. Bizde insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tanımlarız. Bizi nedensiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak, görülüyor ki, saçmadır.
Burada hemen belirtelim ki, söz konusu yaptığımız estetik ahlak değildir. Çünkü hasımlarımız bizi bununla da suçlayacak kadar kötü niyetlidirler. Şimdi soralım: Resim yapan bir sanatçı önsel olarak saptanmış kurallara uymadığı için hiç kınanmış mıdır? Yapması gereken tablonun ne olduğu önceden ona söylenmiş midir? Belli bir şey ki, yapılması gerekli belirli bir tablo yoktur. Sanatçı, tablosunun yapılışına, kuruluşuna kendini bağlar ve yapılan tablo onun yapmış olacağından başkası olamaz. Önsel estetik değerler olamayacağını söyledik, ama sonradan, tablonun birlik ve uygunluğundan meydana gelecek, yaratma istemi ile elde edilen sonuç arasındaki ilişkiden doğan değerler vardır. Yarının resim sanatının nasıl olacağını kimse bilemeyeceği gibi, o meydana gelmedikçe de kimse tarafından yargılanamaz. Bu açıklamanın ahlakla ne ilişiği var diyeceksiniz. Biz de aynı yaratıcı durumunda bulunuyoruz. Biz asla bir sanat eserinin yersizliğinden, sebepsizliğinden söz etmeyiz. Sözgelimi Picasso’nun bir tablosunu ele alıp bunun nedensizliğini ileri süremeyiz. Biliriz ki, Picasso, Picasso olarak kendini sanatı ile aynı zamanda yaratmış ve kurmuştur. Eserinin tümünü kendi kişiliği ile yoğurmuştur.
Durum ahlak alanında da tıpkısıdır. Sanat ile ahlakta ortak olan şey, her ikisinin de karşımıza yaratma ve buluş gücü çıkmasıdır. Ne yapılacağını önceden (apriori) kararlaştıranlayız. Bana başvuran Fransız delikanlısının örneğinde bunu gereği gibi açıkladığımı sanıyorum. O, bütün ahlaklara -Kant’ınkine ve başkalarına-danışmış, hiçbirinde aradığını bulamayınca kendi yasasını kendi aramak zorunda kalmıştı.
Şimdi bu genci, ne duyguları, bireysel davranışı Ve somut merhameti ahlak temeli yaparak annesinin yanında kalmayı seçti diye; ne de özveriyi yeğleyip İngiltere’ye geçmeyi seçti diye kınayabilir; nedensiz ve gereksiz bir seçim yapmış olmakla suçlayabiliriz. İnsan ta baştan, (ezelden) hazır yaratılmış değildir. O kendini belirleyendir. Koşulların baskısı onu bir seçim yapmaya zorlar, ahlakını seçtikleriyle tamamlar. Bizde insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tanımlarız. Bizi nedensiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak, görülüyor ki, saçmadır.
İkinci derecede bir söylenti de şu: Biz başkaları üzerine hüküm verecek durumda değilmişiz. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır. Doğrudur, eğer insan bağlarını ve öz taslağını tam bilinç aydınlığı ve özdenlikle seçmiş ise; yani bu taslak ne biçim olursa olsun, pişmanlık duymayacaksa. Yine doğrudur. Eğer biz ilerlemeye inanamıyorsak. İlerleme bir düzelme, bir iyileşme demektir. İnsan biteviye değişen durumlar karşısında hep aynı kalır, oysa bir seçim değişen bir durum içinde yine hep bir seçimdir. Köleliği savunanlarla kaldırmak isteyenler arasında, -diyelim Amerika iç savaşında-, bir seçim yapılabildiği zamandan beri ahlak problemi değişmemiştir, bugünkü Fransa’da M.R.P. ile Komünist Partisi arasındaki seçme konusunda da durum aynıdır. Ama yine de bir hüküm vermek mümkündür, çünkü yukarıda söylediğim gibi insan seçmeyi de, kendini seçmeyi de başkaları karşısında yapar.
İlk başta hükmedilebilir ki, (bu belki değer yargısı olmaz da, bir mantık yargısı olur)- şu ya da şu seçim eylemi yanıltıya, şu ya da şu seçim ise gerçeğe, doğruya dayanmaktadır. Bunun gibi, bir adamın kötü niyetli olduğuna da hükmetmek mümkündür. Öyle ya, eğer insanın durumunu hür bir seçim durumu olarak kabul ettiysek, hiçbir mazeretsiz ve gerçeksiz olarak tutkularına sığınıp kendini kurtarmaya çalışan bir adamı neden kötü niyetle suçlamayalım? Çünkü o böylece kendine bir alın yazısı uydurmak istemektedir. Burada şöyle denilebilir. İnsan kendini neden kötü niyetle seçiyor? Cevabım: Ben onu ahlak bakımından yargılamıyorum, yaptığım yalnızca kötü niyetini bir yanıltı olarak belirtmektir. Burada bir hakikat yargısını açıkça söylemeliyiz. Kötü niyet besbelli bir yalandır, çünkü eksiksiz bağlanış özgürlüğünü perdelemektedir. Aynı görüşün bir gereği olarak şunu da söyleyeyim: Eğer önümde belli değerler bulunduğunu açıklamayı seçersem, bu da bir kötü niyet olur. Onları hem ister, hem de onlar kendilerini bana zorladılar, dayattılar dersem kendimde çelişmeye düşmüş olurum. Ama bana denirse ki: “Ben bilerek kötü niyetli olmak istiyorum”, o zaman da cevabım şudur: Öyle olmanıza hiçbir engel yoktur, ama sizin öyle olmanız hiç değilse tam tutarlı olmak hah (tutumunu), bir iyi niyet (saflık) halidir. Ayrıca bir ahlak hükmü de verebilirim. Bilirsem ki, özgürlük bütün somut durumlar içinde yine kendisinden başka bir amaç güdemez, bırakılmışlığı içinde kendine gelen (bilinç kazanan) insan değerler yaratır, -o zaman yalnız bir şey isteyebilir demektir: Bütün değerlerin temeli olan hürriyeti, özgürlüğü… tabii bu çıplak, soyut hürriyet isteği değildir. Burada hürriyetin anlamı iyi niyetli insanların tutum ve davranışlarında tam özgür olmaları adam belli, somut amaçlar güdüyordur. Bu amaçlar, soyut bir hürriyet istemini içerir. Ancak bu hürriyet başkalarıyla paylaşılmayı da gerektirir.
Biz hürriyet için hürriyet isterken, her özem ve bireysel durumda serbest olmayı göz önünde tutmak isteriz ve bilmekteyiz ki, bu tamamıyla başkalarının hürriyetine bağlıdır, tıpkı başkalarının hürriyeti bizimkine bağlı olduğu gibi, insanın hürriyeti tanım (definiton) olarak başkasına bağlı olamaz şüphesiz, ama nerde bir kendi kendini bağlama varsa, orada kendiminki ile birlikte başkalarının hürriyetini gözetmedikçe kendiminkini de gözetemem. Şu halde, tam bir doğruluk ve içtenlikle bir yol anladım mı ki, insan varlığı özünden önce gelen bir yaratıktır; öyle özgür bir varlık ki, her çeşit koşullar içinde hürriyetten başka bir şey isteyemez: O zaman ben de başkalarının hürriyetinden başka bir şey isteyemeyeceğimi anlamış olurum. Böylece hürriyetin kendi özünde içerik bulunan bu hürriyet istemi adına varlıklarının tüm nedensizliğini ve tüm hürriyetini saklamak isteyenler üzerine pekala hüküm verebilirim. Ciddilik ruhu ile, ya gerekirci (determinist) mazeretlerle tüm hürriyetini örtmek isteyenleri korkaklar diye; ötekileri, varlıklarını zorunlu imiş gibi göstermek isteyenleri, -oysa insanın yeryüzünde görünmesi bile sadece olumsaldır-, ise mundarlar kirlozlar diye çağıracağım. Şu var ki, gerek korkaklar, gerek kirlozları ancak eksiksiz doğruluk ve içtenlik ile yargılayabiliriz.
Ahlakın özü (içeriği) böyle değişken ise de bu ahlakın yine de genel bir biçimi (formu) vardır. Kant, hürriyetin hem kendini, hem başkalarının hürriyetini gerektirdiğini söyler. Buna diyecek yok, ama ona göre biçimsel ile evrensel bir ahlakı kurmaya yeter. Biz ise, davranışı belirtmek isteyen soyut ilkelerin havada kaldığını düşünmekteyiz. Fransız gencini biryol daha aklımıza getirelim: Neyin adına, hangi büyük ahlak kuralına dayanarak annesini bırakıp gidecek, ya da yanında kalacaktır? burada hüküm vermeyi mekanik olarak sağlayacak hiçbir araç yoktur. Öz (içerik) hep somut olarak meydana çıktığından, önceden görülemez, daima buluşa yer vardır. Önemli olan bu özel buluş çabasının özgürce harcanıp harcanmadığıdır.
Şimdi şu iki örneği gözden geçirelim:
a) -“Mill On The Floss” Örnegi
Bu örneklerin ne ölçüde birbirine uygun olduğunu kendiniz göreceksiniz. İngiliz şairi George Eliot’nun “Floss’daki Değirmen” adlı romanında Maggie Tulliver adında genç bir kız vardır ki, tutkunun değerini temsil eder ve kendisi de bunu bilir. Kız, Stephen adında bir delikanlıya tutkundur, ama o silik bir kızcağızla nişanlıdır. Maggie Tulliver, kendini tutkusuna verip yalnız kendi mutluluğunu düşünecek yerde, insanca bir dayanışma ve hoşgörü ile sevdiği adamdan vazgeçer.
b )-“Chartreuse De Parme” Örnegi
Stendhal’in “Chartreuse de Parme” romanındaki kız Sanseverine ötekinin tam tersini düşünerek, insanın gerçek değerini yalnız tutkuda buluyor ve büyük bir aşkın kurban istemesini pek tabii görüyor, böylesi bir sevginin Stephen ile aptal kızı birleştirecek olan evlenme bayağılığına feda edilemeyeceği kanısında. Böyle bir durumda hiç kuşkusuz kendi saadetini gerçekleştirmeye bakar, ötekini hiç umursamazdı. Nitekim, Stendhal’in gösterdiği gibi, gerekince tutku uğruna kendini kurban etmekten çekinmez.
Burada yine birbirine karşıt iki ahlak bulmaktayız. Ben diyorum ki, bu iki ahlak birbirine eşit değerdedir. Her iki halde de hürriyet amaç olarak alınmıştır. Etki bakımından aynı türden iki tutum düşününüz: Kızın birisi gönül alçaklığı edip aşkından vazgeçiyor. Ötekisi cinsel içgüdüden kalkarak sevdiği erkeğin nişan bağını umursamıyor. Bu her iki davranış dış görünüşüyle yukarıda belirttiklerimize benzese de, özü bakımından çok farklıdır. Sanseverina’nın davranışı kaygısız bir yırtıcılıktan daha çok, Magge Tulliver’in davranışına yakındır. Serbest bağlanış alanında kalarak her seçim mümkündür.
Bize yöneltilen üçüncü itiraz da şudur: “Bir elinizle verdiğinizi ötekiyle geri alıyorsunuz. Bu demektir ki, aslında değerlerin ciddiye alınmasına imkan yoktur, çünkü onları siz seçiyorsunuz.” Ne yazık ki, bu gerçekten öyledir. Tanrı aradan çıkınca değerleri bulacak başka birisini aramak gerekir. Her şeyi olduğu gibi almalıdır. Üstelik, değerleri bizim bulduğumuzu söylemek şundan başka bir anlam taşımaz: Hayatın önsel bir anlamı, bir hikmeti yoktur. Siz yaşamadan önce hayat hiçtir. Ona bir anlam kazandırmak sizin işinizdir, değer denilen şeyde sizin seçeceğiniz anlamdan başka bir şey değildir.
Bundan anlıyorsunuz ki, bir insan topluluğu yaratmak oluşludur, olanaklıdır. Ekzistansiyalizm bir hümanizma mıdır, sorusunu ortaya attığım için bana çıkıştılar. Dediler ki: Siz “La Nau-Nasee” romanınızda “Hümanistler”in haksız olduğunu yazdınız, hatta onun bir tipiyle alay ettiniz, şimdi nasıl ona dönüyorsunuz?
Gerçekte, hümanizmin iki anlamı vardır. Bu kavram altında bir teori var ki, insanı son amaç ve en yüksek değer olarak alır. Bu anlamda hümanistlik, sözgelimi Cocteau’da vardır: 30 Günde Dünya Turu adlı hikayesinde, uçakla dağları aşıp giden birisini “İnsanoğlu bir harikadır!” diye bağırttığı zaman. Bunun anlamı, uçağı ben icat etmediğim halde ondan yararlandığım için insan olarak gurur duyuyor, yalnız birkaç kişinin başardığı bir işten kendimi sorumlu sayıyorum. Bu, insana belirli birkaç kişinin yüksek başarısı için şeref ve değer payı ayrılması demektir. Bu çeşit “hümamzma”-saçma-dır. Çünkü, insan köpek ve at verebilirdi, ama zannedersem onlar şu ana değin bundan sakınmışlardır. İnsanın insanoğlu üstüne böyle bir yargı düşürmesi bizce değersizdir, ekzistansiyalist ona böyle bir hak tanımaz.
Ekzistansiyalist, insanoğlunu hiçbir zaman bir amaç, bir erek sayamaz, çünkü insan teker teker yaratılacak bir varlıktır. Biz A. Comte’in istediği gibi insanlık için bir tapınca (kült) yapılabileceğini de hiç sanmıyoruz. Bu çeşit bir hümanizma bizim umudumuzda değil.
Ama bir başka “hümanizma” vardır ki, özeti şudur: İnsan sürekli olarak kendi dışındadır, o kendini tasarlayarak, kendi dışında kendini yitirerek kendini var eder, insanı bulur. Öte yandan aşkın (trancendent) amaçlar peşinde koşarak varoluşa kavuşur. İnsan işte bu sınırı aşmadır, nesneleri kavraması ancak bu aşmaya göredir, yalnız bu sayede tam ortada, bu aşmanın göbeğinde bulunur. Ancak hümen bir evren vardır. Hümen benlik evrenin dışında hiçbir şey yoktur!
İşte aşkınlığın, insan varlığını korumak anlamında bu bağlanışı (Tanrının aşkınlığı anlamında değil, sınır aşıp geçmek anlamında) benliğin, insan kendi içinde kapalı olmayıp her zaman bir hümen evrende hazır olduğu anlamında bu bağlanıştır ki, ekzistansiyalist hümanizma adını alır. Biz insanoğluna kendinden başka kanun koyucu olmadığını, bırakılmışlığı içinde kendi kendini yargıladığını hatırlatıyor ve gösteriyoruz ki, insan kendi üstüne katlanmak suretiyle değil, daima kendi dışında bir amaç aramak: şu ya da bu kurtuluş, şu ya da bu-özel gerçekleşmeyi mümkün kılan bir amaç aramak suretiyle varolabilir; insan ancak bu yoldan insanca varoluş niteliği kazanabilir.
Ekzistansiyalizm, tutarlı bir “tanrı-tanımazlık” tutumundan gerekli bütün mantık sonuçlarını çıkarma denemesidir, yoksa insanı umutsuzluğa düşürmek için uğraşmaz. Ama Hıristiyanlar “gibi, her inanmazlık tutumunu umutsuzlukla bir sayarsak, o zaman ekzistansiyalizmin ilk-umutsuzluktan yola çıktığını söyleyebiliriz. Ne var ki, ekzistansiyalizm Tanrının yokluğunu kanıtlamakla yetinmez; bir Tanrı bulunsaydı bile durum değişmezdi, der. İşte bizim görüşümüz budur. Bu sözle Tanrının varlığına inandığımızı değil, yalnız sorumuzun Tanrı varlığı, ya da yokluğu ile ilgili bulunmadığını söylemek istiyoruz. İnsan kendini yeniden bulmalıdır, Onu kendinden kurtaracak hiçbir güç bulunmadığına inanmalıdır. Tanrının varlığı için güvenilir bir kanıt bulunsaydı bile, insan için durum değişmezdi.
Bu anlamda ekzistansiyalizm bir iyimserliktir, bir eylem öğretisidir. Hıristiyanlar kendi umutsuzluklarını bize mal ederek ekzistansiyalistleri umutsuzlar diye damgalamaya boşuna uğraşmasınlar!
Jean-Paul Sartre
Ahlak ve Estetik
Materyalizm ve Devrim
Gökmen Tören tarafından 17:25 itibariyle görüldü
*****************************************************************************
Hüseyin
Bunların işi de bu jammer lar gibi frekans karıştırıcılığı yapmaktadırlar.
Bunlara itibar olunmaz çünkü bunların bir ölçüsü olmadığından bu felsefi,mantıksal yollara sapmaktadırlar.
Bugün "New Age Dini(Yeni Çağ Dini)'', dünyada gittikçe yaygınlaştırılan bir "lego dini"dir.
http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/rasidi-hilafet-istiyorum-vahdeti-vucut.html
Allâh, senin hakikatindir, özündür, varlığındır.
*****************Sözü çok tehlikelidir.Yanlıştır.******************
Kişiyi cehenneme götürür.
Halbuki kişi ebedi hayatta kaliteli yaşamak ister.
Onun için İnsanlığın,(Müslümanlığın) ölçüsü olmak mecburiyetinde.
Felsefe beyinsizliğin,sapkınlığın ve zındıklığın motivasyon kaynağı
Allah yardımcın olsun kardeşim.Hala anlayamadığın mesele var ise sorabilirsin.
namenstraat8bredahollanda.blogspot.com
(1) Hüseyin Uzun - Gökmen Tören selemun aleykum Hüseyin aleykümselam...
22 Temmuz 2017 Cumartesi
Hocalığın Fitnesi**Nureddin yıldız
Hocalığın Fitnesi
Bugün ve yarın, kıyamete kadar insanlara Kur’an ve din öğretecek, fetva verecek bütün hocaların resmî örneği Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anhtır. İç kavgaları süren bir şehre gidip orada İslam’ın temellerini yerleştiren Mus’ab, hocalığın en doğal örneğidir. Yesrib’i İslamlaştıran Mus’ab ortada iken, bugün ve yarın hiç kimse mükemmel bir hoca olarak örneklendirilemez. Allah ondan razı olsun, o muhteşem bir çığır açtı. Yapılması hayâl edilemezi yaptı. Allah’ı razı etti, Peygamber aleyhisselamı memnun edip gitti bu âlemden. Onu eğitimin, sabrın, sebatın, başarının simgesi olarak görmemiz gerekiyor. Hocalığı, kendi hayatında iken sonuç verdi. İmanın kök saldığı bir şehri, Peygamber aleyhisselama hicret diyarı yaptı.
Kur’an okudu, Kur’an okuttu. Namaz kıldı, namaz kıldırdı. Cihat etti, cihada hazırladı. Öğretmenliği teoride ve pratikte gerçekleşti. Ne öğretti ise onu yaşadı da. Konuştuklarını öğretti, öğrettiklerinden konuştu. Şehadeti anlatan ayetleri okudu insanlara. Sonra da şehadeti için zemin oluşunca göklere kanatlanır gibi kanatlanıp şehadete uçtu. Elleri ve emeği ile ortaya çıkan İslam Devleti’nden tek bir maaş bile almadı. İstekte bulunmadı, hak aramadı. İnsanlara Allah’ı anlattı, “O’na koşun.” dedi. Uhud’da çağırınca Allah onu, bu sefer kendisi koştu. Gençliğini, gurbette olmasını özür kabul etmedi. Öyle yürüdü ki Rabb’ine doğru, ardından melekler bile bakakalmışlardır ki hakkında indiği söylenen ayet onu: “Allah’a verdikleri söze sadık kalan erkek mü’minlerden biri” olarak tescil etti.
İşte, hoca o idi. Ücretini Allah’tan başkasından almaya yanaşmayan hoca! Konuştuğu, yarın yapacakları olan hoca! Sabreden, sebat eden, umut dolduran, heyecan veren, parmağının ucundan bakıldığında cenneti gösteren hoca! Allah ondan razı olsun. Ne muhteşem bir örneklik sergiledi de gitti.
Bugünün Hocaları (2017)
Mus’b’ın elindeki Kur’an ile bugünkü hocaların elindeki aynıdır. Hükümler aynı, ayetler aynı, ilkeler aynıdır. Eğer aynı olmayan bir şey aranacaksa o, imkânlardır. Mus’ab radıyallahu anhın tek imkânı ihlası ve heyecanı idi. Şimdi bizim, onca imkânlarımız içinde yoksunu olduğumuz yegâne şey olan ihlas! Onun yegânesi, bizim ise bigânemiz…
Hoca olarak elimizdeki nimetleri kullanırken bu kıyaslamayı da yapmayı unutmuyor olmalıyız. En teknolojik cihazların bile dini anlatmada kullanılabildiği bir zamanda yaşıyoruz. Dağarcığımızdaki bilgi, Mus’ab’ın bilgisi ile kıyas edilemeyecek düzeydedir. O, henüz önemli bir bölümü inmemiş olan Kur’an’ı anlattı insanlara. Ne yazılmış şekli ne de ezberleyeni vardı Kur’an’ın. Bugün ise yazılısından dijitaline kadar ne büyük imkânlarla âdeta kuşatılmış bulunuyoruz. O, önündeki iki kişiye konuşabilse diye düşünürken bugün konuşan bir hoca, uzay boşluğunda sayısını Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar büyük kitlelere hitap edebilmektedir. Bu bir nimettir. Bütün nimetler gibi bu nimetin de bir hesabı muhakkak olacaktır.
Zenginler, ellerindeki mal nimetinden sorgulanacakları gibi hocalar ve âlimler de insanlara din anlatırken ya da anlatmaları gerekirken ellerindeki fırsatlarla orantılı bir muhasebeye tabi tutulacaklarını bilmelidirler. Aksi takdirde, Mus’ab ile aynı ortamı paylaşmada, aynı unvanı kullanmada bir sıkıntı olacaktır.
Bu pencereden izlendiğinde eğer bir memur mantığı ile ele alınmayacaksa yani şu saatten bu saate kadar mesai doldurmak, haram yememiş olmak için yeterli görülmeyecekse bugünün hocası olmak dünün hocası olmaktan daha zordur. İnsanların rehavetlerini, dinlemiyor olmalarını, şerrin hâkimiyetini mazeret olarak görüp arkasına sığınmanın anlamı yoktur. Evet, bugün sıkıntı daha çoktur ama fırsatlar da öncesi ile ölçülemeyecek kadar çoktur ve yaygındır. Yeter ki ihlasla çalışılsın, yılmadan yürünsün bu yollarda.
Şöhretin Cazibesi
Günümüzün getirdiği farklılıklardan biri de hızlı şöhret olma durumudur. Önceki zamanlara göre bir ömür sonunda elde edilebilecek şöhret, bir saatlik programda hatta beklenmeyen, istenmeyen bir kaza sonucunda gelebilmektedir. İnsan olmanın hassas noktalarından biri olan şöhretin etkisinde kalma da din üzerinden şöhret olanlar için sorun olarak gündeme gelmiş olmaktadır. Genç yaşta şöhret olan hocaefendilerin veya akademik kimlik sahiplerinin, omuzlarındaki yükü takdir edememekten kaynaklanan hatalar yapmaları artık normal kabul edilmeye başlanmaktadır. Şöhretle beraber sorumluluk da arttığı hâlde rehavetin kimlik şeklini alması bu konumdaki insanlar için ahiret hesabı açısından ürkütücüdür.
Dine hizmet etmeleri gerekenlerin, âdeta dinden hizmet almaları bunun yansımasıdır. Dinin; şöhret basamaklarını tırmanma merdiveni olarak kullanılması, dinin insanlar üzerindeki etkisinin azalmasından, yanlış din anlamaya kadar pek çok hatayı beraberinde getirmektedir. Bu bir cazibedir. Her cazibe gibi bu cazibenin de beraberinde getirdiği sakıncaları vardır. Kişinin etkisi altında kaldığı şöhret ortamının gerektirdiğini hesap ederek iş yapmaya başlaması, neticede insana göre şekillenen bir din çıkarmaktadır ortaya. Uçuk uçuk iddialar, gereksiz tartışmalar, bitmez tükenmez ispatlar bir anlamda asıl hedefin kenara itildiğini, suni hedefler üretildiğini göstermektedir. İnsanın bu noktadan sonra artık dinine zarar vermekten başka yaptığı bir şey olmadığı hâlde, onun bu tavırlarını bile hikmet gereği görmeye başlaması ne yazık ki önlemez bir son olmaktadır.
Hocalık noktasında bulunanlar eğitilirken, hocaların böyle bir gidişata karşı da önceden bilgilendirilmiş olmaları gerekmektedir. Artık teknolojinin geldiği bu noktada, devletler bile ilkelerini korumada zorlanmaktadırlar. Böyle bir ortamda, zaten bir Halife’si olmayan, tek merkezden idare edilme durumunda bulunmayan Müslümanların binlerce kurtarıcı yetiştirip her birini bir medya sahibi yapmaları işten bile sayılmayacaktır. Buna üzülmek de bizi kurtarıcı çapta bir çare değildir.
Evet, ortada bir arz ve talep meselesi vardır. Dini üzerinden şöhret olmayı isteyenleri besleyecek bir piyasa sürekli bulunacaktır. Onlar da verici ve alıcılar olarak bu ortamı canlı tutmayı başarabileceklerdir. Bizim için acil olan görev, bunların imha edilmesi değildir. Zira böyle bir imha gerçekleşmeyebilir. Din üzerinden kişisel veya düşmanca isteklerini tatmin edecek kitlenin varlığı hiçbir zaman önlenememiştir. Bu bir imtihandır, imtihan gereği de onların zemini var olacaktır. İki şeyi temin etmek ise bizim açımızdan zorunlu olmaktadır. Birincisi, birilerinin böyle bir iştah ile meydanda bulunmalarında bizi kullanmalarını önleyebiliriz. Kendi değerlerimiz üzerinden sömürülmemizi önleyebiliriz. Birilerinin, ticaret yapmak için Peygamber aleyhisselamın ölüm sahnesini bir tiyatrocu mantığı ile anlatarak bizi ağlatmasına, biz ağlamaya başlayınca da cebimizdekine göz dikmesini önleyebiliriz. İkincisi de asıl yapılması gerekenlerle meydanı doldurmayı planlayabiliriz ki bunu bir cihat olarak görmemiz zaten görevimizdir.
İnsanların beğenecekleri şeyleri arayıp bulmak ve onları konuşmak, kutusu güzel olan ilacı hastaya vermek kadar yersiz ve gereksiz bir tutumdur. İnsanları, bir markette mal beğenecek müşteri gibi görmek yerine, onların zaruri ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu hissetmelidir hoca olan. Beğendirmede peygamberler bile muvaffak olamamışlardır. Hocanın gayesi, Allah’ın kendisini beğenmesini sağlamak olmalıdır.
İnsanlar beğensin diye günün gereklileri arasında olmayan ya da birinci derecede önem arz etmeyen konuları gündem yapmak hiçbir şey değil ise israftır. Zamanlama hatası da diyebiliriz buna. Elbette bir menfaat arama söz konusu değilse, asıl sorun menfaate uygun olanı tercihten kaynaklanıyorsa bunun adını daha ağır ifade ile değiştirmemiz de mümkündür. Gerekli olan ve insanların anlayabileceği ile hocalık yapmak gerekmektedir. İman meselelerinin öncelikli tutulması, onların da seviye kollanarak ele alınması şarttır. Anlatmada kullanılan araçların da bilinçli kullanılması bir zarurettir. Bunu bilemeyenin din adına konuşmaması gerekiyor. Herkese açık olan bir TV ekranı ile isteyenin seçerek izleyeceği bir internet ekranı dahi aynı değildir. TV ekranlarının, kişisel ihtiraslara alet ediliyor olmasına esef ederiz.
Dine hizmet etmek istemek yeterli olmayacaktır. Hizmete ehliyet ve gerekli bir birikim muhakkak bulunmalıdır. İnsanlar üzerinden birikim yaparak din âlimi olma yöntemi makbul değildir.
Gösterge
Mus’ab’ın iki net göstergesi vardı. Bunlardan biri, sözü ile fiili arasında çelişki olmayışı idi. Diğeri de şu idi: Mus’ab, kuruşsuz geldiği Yesrib’ten kuruşsuz gitti. Bilakis gömlekle geldiği Yesrib’ten şehit olarak Rabb’ine giderken gömleği dizlerini bile örtmüyordu. Gömleğini de bırakıp gitmişti. Mus’ablık böyle bir şeydir. Allah ondan ebediyen razı olsun.
Bu iki gösterge yani konuştuğunun pratiği olan hoca olmak ve gömleğini bile bırakıp gitmek hocalığın ruhu olmalıdır. Dünya nimetlerine tenezzülsüzlük, peygamberlerin kimliğinde en önce göze çarpandır. Onların davasını anlatanlar da onlara benzemelidirler. Aksi takdirde anlattıklarının aktörleri gibi anılacaklardır. Rolünü oynayan bir aktör yerine rolünün adamı olan bir mü’min olmak, herkesten önce onların görevi olmalıdır.
Alkışa aldanan, dünyaya aldananın ilk örneğidir. Dini anlatmak ise dünyadan geçip ahiretin yolunu anlatmaktır. Sözle fiil arasındaki çelişki, insanların haber bülteni gibi dinleyip geçtikleri bir din dinlemelerine neden olur. İhlas ve samimiyet ise bunun aksidir.
Örneğimiz Mus’ab radıyallahu anhtır. Din anlatanlar da din yaşamak isteyenler de ona bakmalıdırlar. Kıyamete kadar o, “verdikleri sözde Allah’a karşı sadık kalan erkek mü’minlerin” en önde duran örneklerindendir. Şeytanın içten çökertme hamlelerine karşı, mü’minlerin de kendilerini korumaları gerekiyor. Medyatik hoca yerine ihlaslı hoca aramalıyız. Çok bilenden çok, bildiğine ile amel edene kulak vermeliyiz. Her şeyden önce bizim, dinimizi dinimizin kuralları ile öğrenmemiz şarttır. Medyayı kullansak da yine biz Mus’ab’ın izini süreriz. Hayır ve bereket, onun izinde vardır. Gerisinin bir fitne yumağına dönüştüğünü görüyoruz. Fitneden uzak durmak kadar kurtarıcı ne olabilir?
21 Temmuz 2017 Cuma
İman Kuvvetlendikçe Vesvese Oranı Artabilir - Nureddin Yıldız - Sosyal D...
İlim vesvesenin panzehiridir.!
Bu gün yakinen ispatlanmış delaleti kati mataryel olarak servistedir.2016
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=218590118592397&id=100013242319421
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/05/esyabazolcu-alindiginda.html
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/bu-gun-2017-bilim-ve-teknolojinin-acga.html
14 Temmuz 2017 Cuma
Kendisine yöneltilen “din nedir?” sorusuna karşılık olarak Peygamber Efendimiz, “gittiğiniz yoldur”
Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar?
*********************
Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde kardeşini (yanında) alıkoyamazdı… (Yusuf Suresi, 76)
Kuran’da inkar edenlerin de bir dinin mensubu oldukları gerçeği çeşitli ayetlerde haber verilir. Örneğin Firavun, Hz. Musa hakkında kavmine şöyle demiştir:
… Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. (Mümin Suresi, 26)
Başka ayetlerde de kafirlerin, resulün getirdiği hak dine karşı eski dinlerine bağlılık gösterdikleri şöyle anlatılır:
İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.” Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. “Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boşbir uydurmadan başkası değildir.” (Sad Suresi, 4-7)
Buraya kadar da anlaşılacağı gibi her insanın bir dini vardır. Allah’ın dinine uymayanlar, hatta kendini ateist olarak tanıtanlar bile, gerçekte “dinsiz” değildirler, sadece batıl bir dinin mensubudurlar. Bu dinlerin bir kısmı, günümüzde “din” olarak tanımlanmıyor olabilir. Ancak Kuran’da belirtildiği gibi hepsi de birer dindirler. Örneğin Marksizm de bir anlamda dindir, çünkü bu ideoloji bir kısım insanların “gittikleri yol”dur. Marksistler, Marx’ın ürettiği düşünce sistemini benimsemiş, onun düşünce yöntemini kabul etmişlerdir. Dünyayı onun koyduğu kıstaslara göre değerlendirirler. Nasıl var olduklarını ve ölümün ne olduğunu da Marx’ın (ve Engels’in) mantıklarına dayanarak açıklarlar. Kısacası Marksizm’e inanmışlardır ve hayatlarını da ona göre yönlendirir, olayları ona göre değerlendirirler.
Marksizm sadece bir örnektir. Ona benzer yüzlerce farklı din (yani felsefe, düşünce sistemi vs.) sayılabilir. Marksizm’e tamamen zıt olan ideolojiler de birer dindir. Tabii tüm bu dinler, “batıl” dinlerdir ve temelde insanları Allah’ın yolundan saptırmak amacıyla üretilmişlerdir.
Burada vurgulanması gereken asıl önemli nokta şudur: Dünya üzerinde, ideolojisi, felsefesi, dünya görüşü ne olursa olsun ya da isterse hiç olmasın, hak dinden uzaklaşmışkişilerin istisnasız tabi oldukları tek bir ortak din vardır. Bu din de girişte adını koyduğumuz ve ana hatlarını çizdiğimiz “adamlık dini”dir. Ve şeytanın, insanları hak dinden saptırma ve uzaklaştırma çabasında kullandığı en sinsi ve en etkili silahıdır.
İnsanların birçoğunu, kendileri farkında olmadıkları halde etkisi altına almışbatıl bir din vardır. Bu, kendini açıkça tanıtmayan, gizli bir dindir. Hiçbir yazılı kuralı yoktur. Adı bile konmamıştır. Fakat insanların hareket ve tavırlarını, düşüncelerini kontrolü altına alır. Pek çok kimse şuurunda dahi olmadan hayatları boyunca bu dinin kurallarını uygular, bu dinin emir ve yasaklarına göre yaşarlar. Bu din, Müslümanlık, Hıristiyanlık veya Musevilik değildir. Bu dine uyan kimseler sorulduğunda belki, “Ben Müslümanım” ya da “Ben Hıristiyanım” diyebilirler. Bazı kişiler de dinsiz hatta ateist de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu gizli dinin mensubudur.
Bu din, başlangıçta insanların önüne bir bütün olarak konulup kendilerine teklif edilmez. insanlar bu dini, dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun telkinler sonucunda benimserler. Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta mimiklerinin bile bu dinden kaynaklandığını fark etmezler.
Bu din, kendisine bağlananlara hedef olarak “adam olma”yı gösterir. “Adam olmak”, bu dinin değer yargılarını benimsemek, kurallarını, yasaklarını ve davranışbiçimlerini uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde taşımak demektir. Toplumda kabul görmek, yadırganmamak, belirli bir yere gelebilmek için adam olmak şarttır. Bu din sonuç olarak “adam olma”nın dinidir. Biz de bu dine kısaca, “adamlık dini” adını vereceğiz. Adamlık dini, insanları samimiyetsizliğe, yapmacık ve zorlama tavırlara iter. Bu dine tabi olan kimseler, çoğunlukla içlerinden geldiği gibi rahat ve doğal davranamazlar. içinde bulundukları ortama uygun olduğunu düşündükleri davranışbiçimlerini, konuşma kalıplarını, yüz ifadelerini kullanır, hemen her durumda rol yaparlar. Buna karşın, kendilerinin son derece doğal ve normal bir yaşam sürdüklerini zannederler.
Bu din, sonuçta, kendine karşı bile samimi olamayan, yapmacık, sahte bir kişiliğe sahip insan modelleri üretir. Her yönden sıkıntı ve azap verici olan böyle şeytani bir dinin toplumun bütün kesimlerini etki altına almasının en önemli nedeni, az önce belirttiğimiz gibi, adının konmamış oluşudur. Bu dinin mensupları dinlerini yargılamayı, terk etmeyi ya da değiştirmeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler. Çünkü içinde bulundukları sistemin bir din olduğundan habersizdirler. Tabi oldukları sistemi, “hayatın gerçekleri, değişmez kuralları” olarak görmeyi de bir erdem zannederler.
İnsan, içinde bulunduğu bu durumu terk etmedikçe, adamlık dininden kopup ayrılmadıkça islam’ı kavrayamaz ve yaşayamaz. Çünkü islam’ın temel şartı samimiyet ve doğallıktır. Bir insanın islam’ı yaşaması ve dolayısıyla gerçek mutluluk ve kurtuluşa ulaşması, ancak Allah’a, kendine ve diğer insanlara karşı son derece samimi olmasıyla mümkün olabilir. iman, ancak samimiyet zemini üzerine kurulur. Adamlık dininin etkisinden kurtulmak içinse, öncelikle bu dini teşhis ve tarif etmek gerekir. Bu kitabın amacı da budur. ilerleyen bölümlerde, adamlık dininin özelliklerini ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Okuyucuya düşen, bu dinin özelliklerini incelerken kendini de tartması ve gözden geçirmesidir. Çünkü her ne kadar kimse üstüne alınmak istemese de, adamlık dini herkesin üzerinde belirli bir etki yaratmışolabilir. insan hayatının her anına müdahale eden bu karanlık dinden kurtulmak için de, öncelikle dikkat ve samimiyet gerekmektedir.
“Sen önce adam ol!”
“Adam gibi insan olsan bunlar başımıza gelmezdi!”
Bu sözleri hayatımız boyunca kimbilir kaç defa duymuşuzdur. Özellikle gençlik yıllarında, büyüklerimize pek de onaylamadıkları bir şeyi söylediğimizde ya da onların istemedikleri bir şeyi yaptığımızda…
Bu sözü sarf eden insan için “adam olmak” herşeyin başında gelir. “Adam olmak” tabiriyle kastedilen, toplum tarafından genel kabul görmüşbir ahlaka, kültüre, tavra ve adaba sahip olmak, makbul olarak tanıtılan belli kalıpları üzerinde taşımaktır. Bu değerler sistemi, kalıpları ve kuralları ile toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul görmekte ve uygulanmaktadır. Bu kalıpların ve kuralların nereden doğdukları, ne derece doğru oldukları ise kolay kolay tartışmaya açılmaz, çarpıklıkları yargılanmaz. Zira, toplumun büyük çoğunluğunca benimsenen bu yapıyı sorgulamak, kitlelere ters düşmek, genişbir kesimin tepkilerine hedef olmak tehlikesini de beraberinde getirir.
Doğruluğuna kesin olarak inanılmış bu yapı, yalnızca kendi toplumumuza has bir özellik olarak değerlendirilmemelidir. Bu sistem gerek Doğu’da gerekse de Batı’da, her çeşit kültürün yer aldığı ortamlarda kendine özgü bir inanç ve kabuller sistemi olarak varlığını sürdürmekte, yasaklamaları, yaptırımları ve tavsiyeleriyle adeta kendi başına, müstakil bir din -adam olmanın dini- halinde uygulanmaktadır: “Adamlık Dini”.
“Adam olmak”, Müslüman olmanın, Allah’a inanmanın, güzel ahlaklı olmanın, hatta insan olmanın dışında apayrı bir kavramdır. Allah’ın Kuran’da tarif ettiği tavır ve ahlakın bu dinde kesinlikle yeri yoktur. Zaten adamlık dini, Kuran ahlakının gerçek anlamda yaşanmadığı ortamlarda doğmakta ve gelişmektedir. Genelde toplumda hayran olunan, özenilen, üstün görülen kişiler adamlık dinini çok iyi öğrenmişve bunu bütün kurallarıyla uygulayan kişilerdir.
Burada Kuran’da tavsiye edilen temel ahlak prensiplerini ve adamlık dininin bunlara tamamen ters olan çürük mantığını vurgulamakta yarar vardır. Kuran’da bir insana verilen en önemli bilinç, Allah’a karşı sorumlu olma bilincidir. Buna göre, insan yalnızca Allah’ı razı etmekle yükümlüdür ve başka insanların takdiri ya da beğenisi peşinde koşmamalıdır. Kuran’ı yaşayan mümin; “Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar…” (Zümer Suresi, 36), “… yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan Suresi, 31) ayetlerine göre düşünür ve yaşar. Tüm hayatı Rabbimizi hoşnut edebilme amacına yöneliktir. Dinin temeli budur. Kuran’da, bu dinin, yani Hz. İbrahim’den bugüne uzanan hak dinin özelliğinin, tüm hayatın Allah’a adanması olduğu haber verilir.Ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: “Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim’in hanif (muvahhid) dinine. O, müşriklerden değildi.”
De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 161-162)
İnsanın hayattaki temel amacının Allah’ın rızası olması, diğer insanlarla olan ilişkilerini de kuşkusuz temelden değiştirir. Az önce belirttiğimiz gibi, diğer insanlara karşı müstakil bir sorumluk hissi yoktur. Ama Allah, diğer insanlara nasıl davranılması gerektiğini haber vermiştir ve Allah’a karşı duyulan sorumluluk, diğer insanlara karşı da en adaletli, en doğru, en dürüst tutumun gösterilmesini sağlar. Ayetlerde, müminlerin bu yöndeki bakışaçısı şöyle tarif ediliyor:
Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz. (İnsan Suresi, 7-10)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, müminlerin diğer insanlardan medet umma, onlardan karşılık bekleme gibi bir tavırları yoktur. Bu, mümine çok güçlü ve sağlam bir karakter kazandırır. Mümin her ortamda, herkesin karşısında doğru olanı, yani Allah’ın emirlerini yerine getirir. Ne kimseden minnet bekler ne de kimseden çekinir. Nitekim Allah Kuran’da, müminleri “kınayıcının kınamasından korkmayanlar” (Maide Suresi, 54) olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle, müminin olaylar ve insanlar karşısında karakteri ve tavrı hiçbir şekilde değişmez. Ne kendisine verilen bir makam ya da mevkiden dolayı şımarır, ne de içinde bulunduğu zor durumdan dolayı ümitsizliğe kapılır. Kuran’da müminlerin bu sabit ve istikrarlı karakterine sık sık dikkat çekilmekte, büyük bir mülk ya da iktidar ele geçirdiklerindeki tavırlarıyla, zorluk ve yoksulluk içindeki tavırlarının aynı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Çünkü mümin, kendisine isabet eden her türlü nimet (bu mülk, iktidar, makam vs. olabilir) ya da sıkıntının (insanlar tarafından kınanmak, saldırıya uğramak, sürülmek, yoksul kalmak, hapsedilmek vs. olabilir) Allah’tan geldiğinin ve tüm bunların kendisini eğitmek ve denemek için yaratılmışbirer “imtihan” olduğunun bilincindedir.
Buna karşılık adamlık dini, Allah’ı tanımayan, ya da Hz. Şuayb’ın Kuran’da haber verilen ifadesiyle, “O’nu arkalarında unutuluvermiş(önemsiz) bir şey edinmiş” (Hud Suresi, 92) insanların dinidir. Bu dinde, insanlar birbirlerine karşı sorumlu olduklarını düşünürler. Diğer insanları hoşnut etmek, diğer insanların beğenisini kazanmak, toplumda “statü” edinmek hayatın belki de en önemli amacıdır.
Kadınlar kendilerine belirlendiği gibi davranmalı, erkekler ve çocuklar da yine kendilerine verilen rolleri oynamak zorundadırlar. Eğer kişi bir öğrenciyse, adamlık dini kuralları bir öğrencinin neler yapmasını gerektiriyorsa öyle davranmalıdır. Bir memur, doktor, öğretmen ve işi için de aynı kurallar geçerlidir. Adamlık dini mensupları, toplum içinde sahip oldukları statüyü kendilerine kimlik edinir ve bu kimliğin gerektirdiği gibi davranırlar. Oysa müminin kişiliğini inancı şekillendirir az önce belirttiğimiz gibi, toplumun kendisine olan bakışaçısı, içinde bulunduğu statü, bu kimliği hiç etkilemez.
Adamlık dini toplumu içinde yetişen insana, bu ahlak ve kişilik yapısı otomatik olarak yerleşir ve bu dinin kuralları derhal uygulanmaya başlar. Toplum içinde geçerli olmanın, üstün olmanın yolları buralardan, bu tavır ve davranışlardan geçer.
İlerleyen bölümlerde, adamlık dininin, ait oldukları çevreye, yaşdönemlerine, sosyal ve kültürel durumlarına, cinsiyetlerine göre insanlara empoze ettiği karakter, tavır ve konuşma biçimlerini, ruh ve kişilik yapılarını, psikolojileri inceleyeceğiz. Bunların Kuran’da tarif edilen ideal davranışbiçimlerinden, kişilik ve ahlak yapısından ne derece uzak olduğu, Kuran ayetleriyle karşılaştırma yapıldığında açıkça görülmektedir. Bu şekilde, şeytanın batıl dinlerinden biri olan “adamlık dini”nin, İslam’dan uzak bir insana, hayatının her döneminde nasıl hükmettiği ortaya çıkmaktadır.
****
Bu ortamdan kurtulmak istikamete kilitlenmek için Kuran ayetlerini ilim ve teknoloji ışığında servis etmek gerekir.
Hizb-u-Tahrir deki fikirler incelendiğinde görülecektir ki insanlığın kurtuluşu burada mevcuttur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)