Sünnet ve inkârcıları
İslam dini içerisinde geçmişten bu yana sürekli tartışıla gelmiş konular arasında “sünnet” gelmektedir. ‘Nedir bu sünnet veya Kur’an’daki sünnet algısı ne şekildedir?’ bilgisi edinilmeden birilerini sünnet taraftarı ilan etmek veyahut sünnet inkârcısı olmakla nitelendirmek ne derece ahlakidir?
Sünneti anlamak veya yaşamak adına evvela ilk kaynaktan hareketle temellendirilmiş iddialar çerçevesinde konuya yaklaşmak gerekir. Sakat bir algının yaratacağı zelzelelere dur diyebilmek için temelin ve dayanakların çok güçlü olması kaçınılmazdır. Nitekim kulaktan dolma ilim, sadece ve sadece sahibine yüktür; bu yükün altında da fikir üretmek imkânsızdır.
Son zamanlarda malum çevrenin odağı haline gelen “Kur’an Mücahitleri”nin sünnet anlayışını kısaca izaha kavuşturmakla birlikte bu kimselere sünnet inkârcısı sıfatını layık görenlerin de sünnetten ne anladıklarını izhar edeceğiz. Bu beyan karşısında birilerini savunduğumuz anlayışı da kesinlikle düşüncelerde yer edinmesin. Amacımız, sadece haksızlık karşısında susulmaması gerektiğini bildiren Rabbimizin bir emrini yerine getirmektir. Zaten şahıslar değil, davadır bizleri bir bütün haline getiren. Dolayısıyla şahıs taraftarı olmaktansa vahyi yaşayan ve tebliğ eden taraf olmayı kendimize şiar edindik.
“Hadis ve sünnet inkârcısı” şeklinde vasıflandırılan ve bu anlayış doğrultusunda haksızlığa maruz kalanların yaptığı şey şudur:
Allah’a kimseyi ortak koşmazlar.
Peygamberlerin, Allah’ı açıklayan değil; kendilerine gönderilen vahyi tebliğ göreviyle sorumlu olduklarını zikrederler.
Tek bir sünnetin var olduğunu ve bu sünnetin ise “Sünnetullah” olduğunu Kuran’dan hareketle savunurlar.
Hz. İsa’yı tanrı edinenler gibi bugün Hz. Muhammed için de aynı girişimi kendilerine din kabul gören şahıslar karşısında dik dururlar.
Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif yalanıyla insanları aldatanlar güruhuna rağmen Kur’an’daki Peygambere/Peygamberlere imanı kendilerine farz bilip o şekilde yaşarlar.
Peygamber adına yalan uydurup da İslam’ı deve sidiğine, ağlayan kütüğe mahkûm etmezler.
“Bana ve size ne olacağını bilemem”(Ahkaf, 9). “…Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gizli bilgileri(gaybı) de bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Bana ne vahyedilirse ona uyuyorum…”(En’am, 50) diyen bir Peygamber’in tebliğ ettiği dini yaşamaya gayret ederek Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed’e hakaret etmezler ve onsuz bir İslam anlayışını da asla benimsemezler.
Özel hallerini din diye hadislerinde sunan bir peygamber modeline değil, Kur’an’ın arz ettiği üzere hak davası uğruna vahiyle faal halde olan bir Peygamber gerçeğine inanıp ona iman eder, onu örnek alırlar.
Hz. Muhammed’in eşi olan Hz. Ayşe’ye erkek sahabeler önünde(güya perde arkasında) gusül abdesti aldıran insanlardan(!) yüz çevirerek hak ile batılı en iyi şekilde ayıran ve tanıtan Furkan’a sığınmayı bildiler.
Kimse üzerinde zorba olmaya çalışmadılar veya kimseye zorla deve sidiğini içirmeye yeltenmediler.
Televizyon programlarından para kazanarak bu parayla “namaz kıldıran seccade”, “dua eden bardak(sure okuyan)”, “cennete götüren ayakkabı” vs. gibi akıl dışı ve dalgavari gayretleri olmadılar, çünkü ücretlerini sadece Allah’tan dilediler.
Allah ile insanları kandırarak hâşâ Allah’a din tayin etme gibi gayelerden hep beri oldular. Hatta bunların aksine sözlerinden, “en iyi bilen Allah’tır” ifadesini eksik etmeyerek kendilerini mutlak doğrular ölçütü kılmadılar.
Şefaat gibi mehdi anlayışının bir diğer yüzüne asla itibar etmeyip mücadeleci ruha sahip oldular.
Hatalarının faturasını asla Allah’a kesme çirkefliğinde bulunmadılar.
Allah’ı Rab bilip O’na kulluk edenlerden olup birilerinin eteğine sülük gibi yapışarak cenneti arzulama girişimde bulunmadılar.
Ayetleri cımbızlayarak kendi menfaatleri doğrultusunda ayetlere asla takla attırmadılar ve Kur’an’ı genel mesajı kapsamında anlamayı ve yaşamayı ön gördüler.
İslam’ı şeyhlere, âlimlere, liderlere, mehdilere has kılmayıp sadece Allah’ı malik gördüler.
Kur’an’ı sadece bir matematik kitabıymış gibi görüp çeşitli beşeri formüllerle Allah yerine karar verenlerden, işine gelmeyen ayetleri Kur’an’dan saymayarak haddini aşanlardan olmadılar.
Sadece Allah’tan yardım isteyip sadece O’na kulluk etme şuuruyla vahyi yaşamaya gayret ettiler.
Peygamber’i en iyi tanıtan ve ona bu misyonu yükleyen bir yaratıcıya boyun eğip iftira atanlardan uzak durdular.
Kısaca Allah’a has kılarak İslam’ı yaşamaya çalışıp kaza ve kadere, Peygamberler arasında fark gözetmeksizin tüm peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara vs. bilinçli bir şekilde iman etmekle emrolunduklarının farkına vararak iman ettiler.
Sünnet kavramı, ne yazık ki bugün Hz. Muhammed’e has kılınmış bir terim olup içi boşaltılmış durumdadır. Hâlbuki vahiy eksenli bir nazarla sünnetin ne olduğunu anlamak isteyenler için Kur’an tek yol ve kaynak iken, hala “Sünnetullah” gerçeğinden bihaber yaşamak akıl kârı değil. Sünneti, Hz. Muhammed’in yaşantısı olarak sunan kişiler acaba Hz. Muhammed’in ahlakı olan Kur’an’ı nereye koydular? ‘Onun ahlakı Kur’an idi’ gerçeğinden hareketle neden Hz. Muhammed’i Kur’an ile değil de şeyhlerin, müritlerin, hahamların, papaların, rahiplerin kurduğu düzmecelerle tanıdılar, bunları anlamak mümkün mü? Bir de güya Hz. Muhammed’e atfedilmiş bir veda hutbesini de piyasaya çıkararak onun bize emanet kıldığı iki kaynaktan bahsederler: Kur’an ve Kendi sünneti(Buna hadis rivayetleri de dâhil). Hayır! Bu, kesinlikle Allah’a ve Resulüne bir iftiradır, İslam’a vurulmuş en büyük darbedir. “Ey Rabbim, Muhakkak ki benim kavmim bu kitabı terk edilmiş bir hal üzere bıraktı” (Furkan, 30) şikâyetiyle bizim tabi olmamız gereken tek kaynağın Kur’an olduğunu söyleyen bir Peygamber asla ve asla Allah’ın kelamına karşılık kendinden bir şey emanet kılmamış ve onun vahiy dışında bir yaşantısı da olmamıştır.
Sünnet, Allah’ın koyduğu yasalar bütünüdür. Bu yasalar ekseninde yaşamak ise sünnete tabi olmaktır. Sünnet kavramı, Peygamber dahi olsa, hiçbir şekilde bir beşere has kılınamaz. Çünkü Sünnetullah gerçeğinden hareketle tabi olunması gereken bir ve tek sünnet olduğunu(bu da sünnetullahtır) aklederek yaşamak sünnete en layıkıyla tabi olmak demektir. Sünneti inkâr etmek, Peygamber’e şuursuzca ve gayri ahlaki bir hal ile haksızlık edip onun adına yalan uydurmaktır. Sünneti inkâr etmek, İslam’ı Allah’a has kılmamaktır. Sünneti inkâr etmek, Allah adına din uydurmaktır. Sünneti inkâr etmek, Peygamberleri yarış pistinde hazır hale getirmektir. Sünneti inkâr etmek, Peygamber adına uydurulmuş sözlerin ravilerine destek çıkmak ve onlara bel bağlamak demektir. Sünneti inkâr etmek, şeyhi Allah ilan etmektir. Sünneti inkâr etmek, Allah’ı hâşâ ete kemiğe bürümek demektir. Hâsılı kelam, sünneti inkâr etmek, Allah’a ortak koşmak ve İslam dışı ideolojilere kapı aralamaktır.
Peygamber’e yalan isnat edenleri reddedip Kur’an ile onları uyarmak peygamberi devre dışı bırakmak değildir. Aksine Peygamber gerçeğini bir kez daha Kur’an ile bildirmek ve savunmak demektir. Elbette Peygamber sadece vahyi tebliğ etmekle emrolunmadı. Aynı şekilde Peygamber, muhatap olduğu vahyi -kendinden bir şey katmadan- saf ve hurafesiz bir vaziyette hayatına nakşeden bir örnek idi. Şimdi soruyoruz: Peygamber’i devre dışı bırakanlar veya sünneti inkâr edenler, Kur’an’ı hayatına taşıyarak Allah’ı o şekilde tanıyıp ve Resulü de Kur’an ile tanıyanlar mı yoksa Hz. Ayşe’ye erkek sahabeler önünde gusül abdesti aldıran, aklını deve sidiğiyle besleyen, Peygamber’in yatak odasına kadar ahlaksızca rivayetler sunan, Peygamber’e insanüstü varlık muamelesinde bulunan, Peygamber’i Allah’ın mülk ortağı ilan eden, Kur’an Müslümanlığını kınayarak İslam’ı ehli sünnet mezhebine indirgeyen mi?